Duygusal bir kadınım, geri geri gider her adımım
Daha önce böyle bir adamın peşinden hiç koşmadım
Sahiden bu yaptığın iş değil, kalbine biraz dokunsan yeter
Biraz da olsa görsem bir meyil, belki de devam etmemize değer
Belki-Dolu Kadehi Ters Tut (feat. Deniz Tekin&Canozan)
Kelimeleri yanlış nitelendirdiğimiz bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Duygusallığın zayıflık olarak görüldüğü mesela. Yok, şimdi durup da "Duygusallık, zayıflık değildir." tezini savunacak değilim. İkisinin aynı anlama gelmediğini zaten biliyoruz. Ama duygusallık sadece aşkla, sevgiyle falan nitelendirilecek bir durum da değildir. Ben bunu bu yüzden yazıyorum.
Bir açıklık getirmeye ihtiyacım olduğunu hissediyorum bu konuya. Duygusal olan insanlar; her şeye ağlamaz, her olayı büyütmezler. Bunun böyle olduğunu sananlar fazlasıyla yanılmakta. Çünkü yaşanan bir çok duyum ve hissedilen bir ton duygu var. Sinirlenmek, üzülmek, sevinmek, şaşırmak sadece birkaç duygu. Bunun çok daha fazlasını hissediyoruz. Aynı şekilde dokunmak, koklamak, duymak, görmek ve tatmaktan da fazlasını yaşıyoruz. Sırf bize beş duyu organı öğretildiğinden az duyumuz olduğunu sanmamız.
Duygusal olan birinin nasıl hep ağlamasını bekliyoruz ki? Gözyaşı akıtma eylemini; o üzülme duygusunu aşırı hissetmesinden, herkesten daha yoğun yaşaması ve daha çok etkilenmesinden gerçekleştirdiğini bilmemiz gerekmiyor mu? Öyleyse, duyguları daha yoğun yaşıyorlarsa yani, bu duygusal insanları diğerlerinden üstün kılmaz mı? Duygusallık bir şans sayılamaz mı? Zira daha çok üzülüyor da olsak, duygusal olmayanlardan daha içten hissediyoruz mutluluğu. Basit şeylerden mutlu olabilmek, üstelik çok mutlu olabilmek şaşırtıcı gelebilir. Ama bu güzel bir şey değil mi?
Duygusal bir insan olarak kabul ediyorum. Çok üzüldüğümde ruhsal acının yanı sıra fiziksel bir acı da hissedebiliyorum. Ama daha çabuk mutlu edilebildiğimden, daha çabuk iyileşebiliyor yaralarım. Daha çabuk gülebiliyorum. Affetme duygum daha güçlü çünkü hoşgörüyü daha çok hissedebiliyorum. Kin tutabilen biri olduğumu sanırken, küçük bir hareketle mutlu olabildiğim için hemen unutuyorum. Yine de hafıza da bir duyu sayılır, unuttuklarımı hatırlamak sadece bir saniyemi alıyor.
Duygusallığın yanında getirdiği başka bir şey de anlatmamak. İçine atmak ağır bir yük olabilir ama kime neyi anlatabileceğinizi, kimin sizi gerçekten dinleyeceğini anlıyorsunuz kolayca. Zira 6. his de bir duyu ve günümüz dünyasında duygusallık yerlerde sürünüyor. Duygusal olmanın suç olarak görüldüğü bir dünyada yaşıyorken, oturup insanları uzaktan izleme şansınız oluyor. Bunun bana kazandırdığı dev bir yetenek var mesela. Bir insanı gördüğüm veya tek bir kelimesini duyduğum an nasıl biri olduğunu tahmin edebiliyorum. Farkındayım, sizin olduğunuz yerden bakınca ön yargı diye bağırıyor bu yaptığım. Ama değil, gerçekten değil. Nasıl biri olduklarını anladıklarıma bile duymak, dinlemek için bir şans tanıyorum. Ama hiç yanılmadım. Kendimi "Ön yargılısın, böyle olma." diye azarladığımda bile, sonradan fark ettim doğru tahmin ettiğimi. İnsanlar o tahmin ettiğiniz yüzünü ilk seferde göstermeyebiliyor, gizlemek için bin bir türlü yolu deneyen insanlar var. Bir noktada, genellikle bir kavganın ortasında veya birlikte uzun saatler geçirmeniz durumunda, o tahmin ettiğim yüzleri ortaya çıkıyor. Tuhaf gelse de, beni ön yargılı biri gibi gösterse de bunun ön yargı olduğuna inanmıyorum.
Ben de cidden ön yargılı olduğumu sanırdım. Cidden tek bir kere yanılmayı bekliyorum, kendime ön yargılı demek için. Tek bir kere yanılsam, vazgeçeceğim tüm bu değerlendirmelerden, hislerimi dinlemekten. Kimseye kötü veya iyi hissettiğimi göstermedim yine de. Hoşlanmayacağım, birlikte zaman geçirmek istemeyeceğim kişilere asla kötü davranmadım. Aksine içimdeki sesin yaptığı ayrıma inat herkese aynı davranmaya özen gösteriyorum. Bu biraz tehlikeli duruyor ama bana zarar vereceğini bildiğim herkese normal davranıyorum işte. Hiç farkında değilmiş gibi, onları gerçekten seviyormuş gibi. Zaten benim gerçek sevgimle göstermelik sevgimi ayırt edebilecek insanlar hep gerçek tarafta kalıyor.
Çağımızın duygusallığa biçtiği başka bir işe gelirsek, hep geri adımlıyoruz. Duygumuzu yansıtmaktan kaçıyoruz, kendimizi tutuyoruz, çok hissettiğimiz noktada insanlardan uzaklaşıyoruz. Soyut bir varlığa dönüşüyoruz. Kendini görünmez yapmayı başarabilmek herkes için kolay değildir. Biz yapıyoruz. İstemiyorsak kimse görmüyor bizi. Ama bazen...
Bazen görünmez olsak da birisi bizi görüyor. En çok o anlardan nefret ediyorum. Aslında görünmez olmak istediğim çünkü kimsenin anlayacağına inanmadığım şeyler hissettiğim anlarda, içten içe görmesini istediğim kişi beni gördüğünde bundan nefret ediyorum. Çünkü sizi görüyor da olsa, hissettiğinizi anlamıyor işte. Ağladığınızda, sinirden veya üzüntüden gözleriniz buğulandığında, tek bir kelimenin bile sizi bir aşama daha üst duygu yoğunluğuna sürükleyebileceği bir anda görülmek hiç hoş değil. O an çekip giderseniz, peşinizden öyle filmlerdeki gibi kimsenin gelmeyeceğini biliyorsunuz. Duygusallık sadece filmlerde kutsanan bir şey ve duygusal insanlar sadece filmlerde takdir ediliyor.
Cidden göründüğü gibi zayıf falan değiliz. Zayıf olsak, en az 5 kere intihara kalkışmıştık hissettiklerimizi kaldıramadığımızdan. Kaldırabiliyoruz, duygusallığın sırtımıza yüklediği tüm yükleri taşıyacak gücümüz var. Tek dileğim zaten duygusallık yeterince yorabilen bir durumken bir de üstüne alay, kınama ve küçük görmelerle yükümüzü artırmamanız. Zaten büyük bir ağırlık taşıyoruz, tek bir lafla tüm yükleri devirip yeniden kaldırmanın ne kadar ağır olduğunu bilemezsiniz. Duygusal insanların bilmesi gereken bir şey olduğuna inanıyorum, bu kötü bir şey değil. Bir suç ya da bir zayıflık değil. Her şeyi daha yoğun yaşamak büyüleyici bir şey. Bir gün anlaşılması dileğiyle.