11 Eylül 2018 Salı

Euro Olmuş Kaç Lira, Kim Gider Avrupa'ya: Bölüm 1


Tam zamanında gidip dönmeyi başardığım, haddinden fazla sürdüğünden biraz fazla yorucu olan 35 günlük Avrupa turunu bitirdim, ülkeye döndüm ve dönüşümün yaklaşık 20 gün sonrasında da gezi boyu aklımda olan bu seriye başlamış bulunuyorum. Tabi gezi boyu aklımda olmasına rağmen gezdiğim yerlerle ilgili tek bir not almadım, öyle Asyalı turistlerin yaptığı gibi çok fazla fotoğraf çekmedim ancak elimden ve hafızamdan geldiğince "Avrupa'da nasıl öğrenci usulü tatil yapılabilir?" onu anlatma çabasındayım.

Kulağa dalga geçer gibi geliyor zira Euro almış başını gitmiş, ben gittikten sonra ülke ekonomisi resmen çöküş dönemine girmiş. Bu üzmüyor değil tabi, turda bunu bizim ülkede daha ucuza bulurum dediğim şeyler o kadar zam yemiş ki dönene kadar, artık Avrupa'da daha ucuzdu diyorum bazılarına. Bu giderken bize yukarıdan el sallamayı ihmal etmeyen Euro kuruna rağmen bir şekilde Avrupa görmek isteyebiliyor insan. Zaten zorda ne var onu isteriz ya hep. O yüzden böyle bölüm bölüm turdaki yerleri, yemekleri, ucuzlukları ve gitmeden önce delicesine araştırdığım bloglara güvenip başıma gelmiş güzel ve hüsran dolu şeyleri anlatmayı planlıyorum. Ay umarım çok faydalı olur. Yavaştan başlayayım artık.

Öncelikle şunu demem lazım. Ben herhangi bir tur programına katılıp gitmedim Avrupa'ya. Tek de gitmedim. Bizim derinlemesine planlama yapmamız ve kalacak yeri, ulaşımı, tüm öğünleri ve bilimum masrafları cebimizden direk karşılamamız gerekti. Bunu biz istedik zaten ve tur rahatlığını yaşamamış, stresli bir tatil geçirmiş olsak da beni belli bir gruba bağımlı kılmaktan kurtardığı için minnettarım bu kararımıza. Çoğu insan fazla kişilik tatile çıkmak uyumsuzluklara ve zorluklara sebep olabileceğinden iki kişi çıkıyor tatile. Bu yüzden de yazdığım her şeyi iki kişilik tatil için anlatacağım. Bu önsöz kısmında son olarak şuna değinmeliyim ki, yediğim her şeyin parasını köküne kadar ödedim, girdiğim her yerin de öyle. O yüzden bir yeri övüyorsam gerçekten beğendiğimdendir. Haberiniz ola.

Yunanistan/Atina:

İlk durağımıza doğum günümde varmış bulunduk. Doğum günlerine verdiğim önem sağolsun, beni o gün Avrupa'ya çıkardı. Atina, büyük bir şehir değil benim gördüğüm kadarıyla ve Ege'den tek farkı konuşulan ve tabelalarda yazan dilmiş gibi geldi bana. Ege gibi aşırı sıcaktı Temmuz ortasında, çok terledik ve fazlasıyla su tükettik. İlk günümüzde sabah 10 civarı inen uçaktan sonra otele gidip yerleşmesiydi derken öğlen saatlerinde kendimizi sokağa attık. Yaz mevsiminde oralarda haddinden fazla soğuk içecek tüketmek resmen zorunlu gibi bir şey.
Plaka
İlk gün otelden yürüyerek Plaka'ya gittik. Atina'da da en sevdiğim yer orası oldu direk. Sokakları Alaçatı-Bodrum karması olan, tam bir Ege ruhuna sahip, tavernalarla dolu bir bölge Plaka. Menülerin bulunduğu tahtalarda yazan her yemeğin sonundaki "i" harfı dikkatimizden kaçmadı. Türk yemekleriyle ortak yönü oldukça fazla olan ülkede, bizdeki yemeklerin sonunda "i" bulunan hali Yunan oluyor resmen. Musakkiler, kebabiler... Yemek tıpatıp aynı, isimde sadece harf oynaması var. İlk gün bolca yürümekle geçen Atina turunun neredeyse tamamı bolca yürümekle geçti. Çünkü toplu taşıma için bir bilet almamıştık ve iki duraklık yolu da yürümek için oldukça hevesliydik.

Street Wok

İlk günümüzde müzelerden yolumuza devam etmek istedik ve bir tür sokak yemeği olan Wok yedikten sonra Ulusal Arkeoloji Müzesi'ne devam ettik. Müzeye geçmeden önce Wok'un ne olduğundan bahsetmek istiyorum. Kendisi bildiğimiz sokak noodle'ı. Bu yabancı dizilerde bolca gördüğümüz karton kutularda servis ediliyor. Wok tavaya atılan farklı seçeneklerdeki noodle veya pirinç; sizin seçtiğiniz ücretsiz sos (ki aralarında bence en yenebiliri Teriyaki sos), ekstra fiyata tabi olan malzemeler (tavuk parçaları, karides, et, ananas, brokoli gibi birçok seçenek mevcut) ve üstünde topping denilen yine ekstra süslemelerle (buna fıstık, susam, kızarmış soğan ve sarımsak seçenekleri giriyor) birlikte tamamen tercihinize göre hazırlanıp 5 dakika gibi bir sürede size ulaşıyor. Biz çok boş halinde de çok kalabalık halinde de gittik, iki türlü de sürede herhangi bir değişim olmuyor. Mekan Panormou bölgesinde, ismi Street Wok. Biz ilk gidişimizde normal noodle ve teriyaki sos aldık. Ben teriyaki sosun delisi olmasam da hoşuma gitti, uygun fiyatlı yemek için oldukça ideal ve doyurucu. Biz iki kişiye bir tane almamıza rağmen bize yetti. İkincide yumurta noodle'ı aldık yine teriyaki sosla ve o da gayet iyiydi.

Ulusal Arkeoloji Müzesi
Ulusal Arkeoloji Müzesi
Ulusal Arkeoloji Müzesi'ne ilk gün gitmiş olmamız resmen canımızı çıkardı ve iyi ki yemek yemişiz dedik. Müze o kadar büyük geldi ki, her girdiğimiz yerden başka bir kısıma bağlandık bir şekilde girişe tekrar döndük, oradan başka bir yere dolaştık derken orada yaklaşık 3 saat harcadık. Bol bol Yunan tanrıları ve kaslı heykeller görmekle geçen müze turunu (ki bunu dediğime bakmayın, ciddi anlamda görülmesi gereken bir müze, gittiğime en pişman olmadığım yer) Plaka'ya gidişimiz takip etti, Plaka'da soluklanmak adına bir oturduk, bir şeyler içtik, konuştuk. Hesabı istediğimizde gelişi 15 dakikayı aşan garsonla şaşırdık ancak Atina'da her şey o kadar yavaş ki sabırsızlığa gerek olmadığını anlamamız çok sürmedi. Yorgun argın bir şekilde geçen ilk günümüzden hatırladığım tüm detaylar bunlardı.
Akropolis'e girmeden önceki bu tepeden Atina manzarası izleyebilirsiniz.
İkinci güne Akropolis'e gitme niyetiyle başladık. Ve gittik de. Sadece Akropolis'e giden yol oldukça yokuş ve bilet sırası da hayli uzundu. Beklemenin ardından biletleri aldık, bilet fiyatı gibi şeyler internette kolayca bulunabileceğinden herhangi bir fiyat bilgisi vermeye gerek duymuyorum.

Sıcaktan yorulup ilk bulduğum gölgeye oturdum.
Ancak Akropolis'in sırasından daha kalabalık bir yer varsa Atina'da, orası Akropolis'in içidir buna eminim. Deli bir kalabalık, sıcakta neredeyse birbirine yapışan insanlar (gerçi orada kişisel alan diye bir şey varmış onu öğrendim, öyle dibine dibine girmiyorlar insanın) ve tepede parlayan güneşi de hesaba katarak resmen zulüm gibi bir şey orayı gezmek. Zaten bir kısmı biz gittiğimizde tadilata alınmıştı, gerilen muşambalardan dolayı taşların hepsini göremiyorduk. Akropolis Müzesi'ne girme gereği duymadık.
Buralar hep manzara.

Dionysos Tiyatrosu'nu da gezip Atina'ya şöyle bir tepeden baktık, Ve 2 saat içinde oradan çıkabildik. Akropolis güzel ve tarihi bir yapı, ancak özellikle Yunan tarihine ilginiz varsa daha anlam kazanan bir yer olur muhtemelen. Zira tarihe bile çok bayılmayan ben, Akropolis'i görünce vay be mimariye bak demekten ötesine geçemedim. Oysa bir gün önce Arkeoloji Müzesi'nde Poseidon'u sayıklayarak geziyordum.
Mekanın adını hatırlamıyorum ama köşebaşında küçük bir kafeydi.
Oradan çıktığımızda kendimizi trene attık ve Pire'ye vardık. Pire'ye gelince Ege'de olduğunuzu daha çok anlıyorsunuz zaten. Tam bir sahil kasabası. Kocaman bir limanı, Atina'ya oranla daha yerel görünen şehir düzeni ve sıcak havasıyla güzel ancak bunaltıcı bir yer. Biz oturup bir yerde aslında özünde dondurma olmayan o meşhur dondurmalardan yedik. Güzeldi ancak hava o kadar yanıyordu ki erimeden yemek çok zor oldu.

Süs havuzlarından biri.
Günümüzün kalanını Atina'ya dönüp şehir merkezinde gezinerek geçirdik. Ertesi gün sabahtan İtalya uçağımız olduğundan otele gittik, dinlendik ve sabahına Yunanistan'a veda edip İtalya'ya uçmak üzere havalimanındaydık.

Böyle gittiğim, gezdiğim yerleri teker teker yazarak paylaşma gibi bir plana sahibim. Zaman geçtikçe hafızam daha çok zorlanıyor, bu yüzden peş peşe yazabildiğim kadar yazıp yayınlamayı planlıyorum. Bir sonraki yazım Roma ve Milano'dan oluşan İtalya turumuzu kapsayacak. Aslında bunlarla çok alakasız yazılar yazdığım bir blog bu, ancak paylaşmak istediklerim vardı ve elimde de bu blog.
Hala bu tarz yazıları bitirmeyi beceremiyorum. O zaman şey diyeyim, İtalya'da görüşürüz.

3 Eylül 2018 Pazartesi

22.08.2018


At first, we showed off who was heavier
As we looked each other and smiled
Now we're competing against each other
Trying to win over who's heavier


Yazacak çok şeyim varmış ama aslında hiçbir şey de yazamazmışım gibi hissettiğim nadir zamanlardan birindeyim. Yazdığım her şey gerçekleşir diye ödüm kopuyor, bir yandan da o yüzden yazmaktan, anlatmaktan kaçmam. Bir şeyleri boşvermek insan hayatında gerekli olan eylemlerden biri. Boşvermediğimiz zaman her şey üzerimizde birikebiliyor zira. Ama ben boşverecek olursam vazgeçiyor gibiyim. Vazgeçmeyi istemiyorum, bu güzel bir şey değil. Birinden vazgeçmek üzücü bir durum. Artık kıskanmıyor, önemsemiyor değilim ama bunu yansıtmaktan yorulduğumu söyleyebilirim. Yansıttıkça uzaklaşıyor ve önemsediğim her şey onun gözünde önemsiz oluyor birdenbire. Değer verdiğim şeyler asla önemli olmayacak, hiçbir zaman benim değerlerime saygı göstermeyecek diye uzayıp gidiyor liste.

Aklımda kaldıkça büyütüyorum. Ama dedim ya, boşverirsem vazgeçerim diye korkuyorum. Ben hala onu kaybetmekten korkuyorum, hala insanlara güvenmekle ilgili sorunlarım var ama tüm bunları hissetmekten yoruldum. İnsanlara öylece kendimi bırakmak bile bile ateşe atlamak olurdu her türlü ama kaybetmekten korkan tek kişi olmaktan yoruldum.

Onun bana dair herhangi bir korkusunun olmaması sonsuz güven anlamına gelmiyor çünkü. Güvenmekten çok bağımsız bir şey bu. Birini kaybetmekten korkmazsan onun senin hayatındaki değerini de göremezsin, bu yüzden bazen ikinci plana atarsın bazen de umursamazsın ama o kişi tüm bunlara bir gün dayanamayıp gittiğinde de hayatında bir şey değişmez. Bu insanların kendilerini düşünmekten kurduğu bir kalkandan başka bir şey değil ki. Bencilliğin neden olduğu, benim dışımda herkes acı çekebilir yeter ki bana bir şey olmasın düşüncesinden başka bir yola çıkmıyor bu.

Hayatımızda değer verdiğimiz kimseye yapmayız bunu. Hatta hiçbir şeye yapmayız. Sevdiğimiz eşyaları hep daha arkalara koyarız, değerli gördüğümüz neyimiz varsa saklarız, kaybedebileceğimiz hiçbir ortama sokmayız. Cidden parasını bile gizli ceplerde, banka kasalarında saklıyorken, neden değer verdiği insanı kaybetmekten korkmaz ki biri? Nasılsa bir şey olmaz, o bir yere gitmez, o nasılsa hep orada düşüncesini neden eşyalar yerine insanlar için kurmuyoruz? Eşyaların kendi başlarına bizi terk etmeleri mümkün değilken neden iki adımda bizden uzaklaşması, bizi bırakıp gitmesi mümkün insanları yanımızda tutmak için çabalamıyoruz?

İnsanların yeni çağda eşyalara daha çok değer vermesi veya etrafındaki insanları sevdiğine göre sıralamayıp daha çok sevdiği insanı nasılsa bir yere gitmez düşüncesiyle ikinci plana atması benim canımı yakıyor. Bu çağa ait olmadığımı hep düşünürdüm. İnsanların sevdiklerine kalbinin baş köşelerini armağan etmesinin, kırılır korkusuyla neredeyse dokunamamasının, sevgisinin en büyük göstergesinin canını yakamaması ve merhameti olmasının değer gördüğü zamanlara aittim hep. Ancak şu maddiyat dolu çağda herkesin gözünü bürümüş bencillikte yürümeye çalışıyorum.

İnsanların bencillikleri beni her seferinde şaşırtmayı başarıyor. Sevdiklerini bencilliği uğruna kaybeden insanlar, bunun farkında bile olmuyorlar çoğu zaman. İnsanlar egoist, insanlar gerçekten kötü. İçinde bulunduğum canlı türüyle hayatımın hiçbir evresinde gurur duymadım. Bu gidişata bakarak, hiçbir zaman gurur duyamayacağımı da biliyorum.