İzmir bilir ya
Fallar çıkmaz ya
Kimse bilmez ya
Ben de kül oldum yandım
İzmir Bilir Ya-Aslı Güngör&Enbe Orkestrası
Adımını atmasıyla pek bir şey
değişmemişti. İzmir’in Buca’sı onun için, İstanbul’un kenarda kalmış, değersiz
mahallelerinden biri gibiydi. “İzmir bu mu yani? O kadar övdükleri şehir burası
mı? Böyle mi her yeri?” diye saydırdı içinden bir anda. Umut etmekten hiç
vazgeçemiyordu yine de. Aşırı umutlu olması getirmemiş miydi onu bu günlerine
zaten?
Buca’dan ayrıldı kısa bir süre
sonra ve arada tek bir bağ oluşamamıştı bir türlü. Zorluyordu ilerledikçe
kendini bu şehri sevmek için. Sevememişti, farklı gelmemişti ona. “Bir İstanbul
değil ki.” demişti bile çoktan. Arabayla caddelerin arasından ilerledikçe
hissettiği tek şey yanındaki kan bağının sıcaklığıydı. Arabayı bir yere bırakıp
yürümeye karar verilmişti, o fark etmeden oluyordu her şey. Onun tek aradığı bu
şehre dair içinde bir şeyler hissedebilmekti.
Sahile vardı, Gündoğdu meydanına.
Göz göze geldiği denizle, yutkundu. İstanbul’da da deniz görmüştü, ne vardı
bunda sanki? Denize nazır bir okula gidip geliyordu sürekli. Bir deniz nasıl
onu etkileyebilirdi ki? Üstelik tüm o yüklerden kaçmak için gelmemiş miydi? Boğaza
benzer tek bir yanı olmasa da, deniz denizdi işte. Kıyı boyunca yürüdüler, onun
tek kelime edecek hali kalmamıştı. İçini dökmeye geldiği şehirdi burası, ama
içini dökecek hali yoktu. Yolculuktan yorulmamıştı, aç da sayılmazdı. Ama sanki
doğru zaman için bekletiyordu onu bu şehir. Daha ilk günden içini dökmeye
niyeti yoktu onun da zaten.
Daha geldiği ilk günden bir ton
yol yürümüş, vapur iskelesinin oraya varmıştı bile. Binip kaçası gelmişti yine,
İstanbul’dayken de peşini bırakmazdı bu his. Binip gitmek isterdi, belki daha
dönmemek. Gitmedi o gün. Oturdu, gecenin bir yarısı masada dönen muhabbeti
dinledi. Kan bağıyla konuştu arada, gerçi konuşmadan da anlaşabiliyordu onunla.
Geç oldu, otel odasının sessizliğinde uykuya daldı onunla gelenler.
Uyumadığını bile bile uzun bir
süre kapalı tuttu gözlerini. Belki beynini kandırabilirdi, uyurdu böylece. Beyniyse
tüm numaralarını bildiği bu kıza gülüyordu kesin. Oflayarak açtı gözlerini. Üst
katta topuklularını odanın bir ucundan diğer ucuna taklatan kişiye sinir oldu
bir süre. Gecenin bu saati dans mı ediyordu odada bir başına? Topuklu sesleri
kesildiğinde de uyuyamadı. Oturdu yatakta. Son baktığında saat beşe geliyordu. Yedideki
alarm sesine açtı gözlerini.
Şehre geldiği ilk sabahını ve
gündüzünü kan bağı olmadan geçirmek zorundaydı. Eski tanıdıklarla geçen bir
günün ardından, saat beş civarında Karşıyaka turunda karar kılınmıştı bile. Aşık
olduğu vapur yolculuğuna bir de kan bağı eklenince keyfi yerine gelmişti yavaştan.
Ama hala doluydu içi. İzmir’deki tanıdıkların söylediklerinden dolayı Bağdat
Caddesi duyumlu, kendi tespit ettiği şekilde ise Bakırköy görünümlü Karşıyaka’yı
öyle çok da sevmedi. Sıkıcı geldi ona, Bakırköy’ü de sevmezdi zaten. O yolculukta
tek sevdiği vapura binmek olmuştu.
Eve dönmek olarak tanımlamaya
başladığı Kordon’a döndüğünde içi daha rahattı. Burası sıkıcı değildi, hayat
doluydu ama İstanbul gibi yormuyordu. Bir yerlerde oturup sahile dönüldü
tekrar. Denize yaklaştıkça içi rahatladı. Birinin kalbini dürtmesiyle de
anlatmaya başladı içindekileri. Denizin dibinde oturuyor olmak iyiydi; ağzından
çıkanlar karşısındaki kan bağına, içinde kalanlarsa göstermeden denize
dökülüyordu. Anlatacakları bitti, şimdi sadece aklına sonradan gelen detayları
ekliyordu. Lafının ortasında bir yerlerde, anlattıklarına kendi kendine yorum
yaptığı bir sırada denizle karşılaştı. Yerinden fırlayan kan bağının nereye
gittiğini anlayamadan, o geri dönmüştü bile. Elindeki mavi pakete baktı şaşkın
şaşkın. Açıldığında ise ne olduğunu anlamıştı.
Hayatı boyunca özel olarak nitelendirdiği
şeyler olmuştu hep. Bazı şeyleri paylaşacağın kişi önemliydi, öylesine biriyle
paylaşılacak kadar değersiz olmamıştı bazı şeyler onun gözünde. Mesela dönme
dolaba hiç binmemişti, hiç dilek balonu uçurmamıştı. Bunları birlikte yapacağı
kişilerin önemli olması gerekirdi. O mavi dilek balonu paketten çıktığında tek
bir an düşünmedi. Karşısındaki kişi öylesine biri değildi ki, hiç öylesine biri
olmamıştı. Kan bağıydı o. Kan bağı kadar güçlü bir ruh bağı vardı onunla
arasında. Bir süre uğraştılar dilek balonuyla. Uçmamakta kararlıydı ancak bir
şeyin yükselmesi için onu yukarı itmek gerekirdi. Gecenin karanlığında parlayarak
ilerideki kırmızı bir balona doğru uçtu. Onunla birlikte söndü ve yavaşça indi
bir evin çatısına. O gece yukarıdan ses çıkmıyordu ama yine de uyuyamadı.
Ertesi günün ilk yarısını can
sıkıntısı içinde geçirdi. İzmir’e gelmiş olması alışveriş merkezlerinden
kurtaramamıştı onu. Öğleden sonrasını Forum Bornova’da harcayıp akşam yemeğinde
tanıdık bir eve konuk oldu. Forum Bornova’yı da bir yere benzetmeyi başarmıştı
tabi, Afyon’daki Afium’a. Geldiğinden beri kaçıncı benzetmesi olduğunu
sayamıyordu. Otele döndüğünde, uzun zamandır ilk defa bu kadar gezdiğini fark
etti. Ertesi gün Çeşme’ye gidecekti. Heyecandan olsa gerek, yine uyumadı.
Sabahtan yola çıkıldı,
varacakları ilk durak Urla olmuştu. Sevilmeyecek yer değildi Urla, ama sadece
kıyı şeridinde şöyle bir tur atabilmişti. Daha gezecekleri yerler vardı. Bir çay
içimlik sürede ayrıldılar oradan.
Bir sonraki durak Alaçatı
olmuştu. Orada sörf öğrenen birkaç yetişkin ve yüzmeye gelen bir grup küçük
çocukla karşılaştılar. Urla’dan aldıkları boyozu yerken hem tanıdık hem yabancı
bir tat kaldı ağzında, anlam veremedi. Farklı ve güzel olduğu doğruydu ama aslında
o kadar farklı mıydı gerçekten? Alaçatı kıyısını terk ederken ne zaman o övülen
Alaçatı’ya gidileceğini merak etmeye başlamıştı bile.
Çeşme’ye ulaşmış ve bir plajda
yer bulmuş olmalarına rağmen direndi, girmedi denize. Hiç sevememişti denize girmeyi,
yüzmezdi de. O günse yerinden kalkıp da kıyıda yürüyecek kadar bile hali yoktu
sanki. Biraz uyukladı güneşin altında mayışırken. Yüzen tek bir kişi yoktu,
herkes muhabbet ediyordu denizin ortasında. Kıyıdan uzaklaşsalar da bellerini
geçmiyordu su bir türlü insanların. “Demek ki buranın denizi böyle.” dedi içinden.
Acaba kandırıyor muydu bu deniz de? Bazı denizlerde su yavaşça derinleşirdi. Bazılarıysa
belli bir yere kadar sığ gider, birdenbire boşluğa düşürürdü. O uçurumlu
denizlerden miydi bu da? Burası koy sayılırdı gerçi, ne kadar derinleşirse
derinleşsin açık deniz gibi olmazdı.
Çeşme’den ayrılırken pişman
olmadı suya girmediğine. Yüzmeye gelmemişti ki o, kafasını dağıtmaya gelmişti. Hem
yüzmek onun işi değildi. Kontrolü suya bırakmak, düşündükçe bile ürpertiyordu
içini. Her ne kadar yüzmek için kendi kontrolüne ihtiyacı olsa da, suyun onu
taşıması kendini bırakmasıyla olmayacak mıydı? Bırakmazdı kendini hiç. Bacağına
girebilecek en ufak kramp, gözden kaçırılan tek bir an bile onu ürkütmeye
yeterdi.
Arabanın tekerlekleri plansızca
Çiftlikköy’e sürülürken, içindeki Alaçatı merakı artıyordu. Akşam çökmek
üzereydi ve dağın başında bir yere ilerliyorlardı. Park edip indiklerinde,
aklındaki Urla’yı gördü. Belki Urla’nın merkezine gidememişti ama onun
hayalinde canlandırdığı Urla’ya çok benziyordu burası. Sakindi, huzurluydu. “Ama
daha çok köy gibi.” diye devam ettirdi düşüncesini. Yaşanılacak yer sayılmazdı
doğrusu, ancak yazları en çok bir ay kalınacak yerdi.
Sonunda beklediği yere ulaştılar.
Tam da beklediği gibiydi Alaçatı. Evleriyle, sakinliğiyle… Derken kalabalığın
içine daldılar bir anda. Akşam gitgide çökerken Alaçatı’da metrekareye düşen
insan sayısı da artıyordu. Gitmeyi istediği o dondurmacıyı bulamayacağını
bilerek yürüdü Alaçatı sokaklarında. İzmir’in ilk kumrusunu da Alaçatı’da yedi.
Gece kalabalığından içi sıkılarak, İzmir’in zehir zemberek sıcağında beş kilo
makyajla gezen kızlara baktı şaşkın şaşkın. Bir insan ne kadar alışsa da nasıl
bunalmazdı o makyajla? Geceyi Buca’da bir tanıdığın evinde geçirdi, yine
uyumadı.
Sabah erkenden kalkıp Kaynaklar’a
kahvaltıya gittiler iki arabayla. Arıların gazabından sakınarak, yanan
kahvelerin dumanlarını havada savurarak zar zor yaptılar kahvaltıyı. Tanıdıklardan
ayrılıp İstanbul’dan getirdikleri ve kan bağıyla devam ettiler yola. İlk durak
Meryem Ana Kilisesi’ydi. Geleneklerden sapmamak için mum yaktı, ama mumu
dikerken diğer mumları üflememek için zor tuttu kendini. Üflerse de linç edilirse
diye korkarak uzaklaştı mumların yanından. Bir sonraki durak Efes olabilirdi,
eğer Efes bir ticarethaneye dönüştürülmeseydi. Sıcağın altına öylece bırakılmış
atların çektiği o faytona binmemek için diretti, Adalar’da yaşadığı anıları
depreşti. Atları ölümüne kırbaçlayan bir faytoncunun arkasından, “Öbür tarafta
da seni öyle kırbaçlayacaklar!” diye bağırdığı geldi aklına. Bu sefer güçlükle
tuttu dilini ama içinden saydırdı durdu oradaki herkese.
Şirince’ye döndü bu sefer
arabanın direksiyonu. Küçük, sevimli bir köyün ne kadar popülerleştiği ve zorla
sevimliliğinin alınmaya çalışıldığıyla yüzleşti. Şirince’nin taşlı
yokuşlarından inip çıkarken spor ayakkabı giydiği için şanslıydı. Sıcağın etkisiyle
mayışan bedenini karadut suyu canlandırabilmişti ancak.
Biraz yorgun bir halde dönüş
yolundayken akşama gidiyor olmasının hüznü sardı birden. Gitmek istemiyordu,
İstanbul onu fena halde yormuştu. Burada deli gibi gezmiş, dört günde neredeyse
hiç dinlenmemiş olabilirdi. Ama sadece bedeni yorulmuştu işte. Ruhu yorulmadığı
sürece, bedeninin tek bir söz hakkı yoktu üzerinde. Kaçtığı her şey o
şehirdeydi ve onlarla yüzleşmeyi hiç istemiyordu.
Aklında tüm bu düşüncelerle
İnciraltı’na geldi. Sahilde yürürken ruhunu saran hüznü dışa yansıtmaktan
nefret ediyordu. Kimsenin aklından geçmeyen o gitmeme isteğini kan bağı dile
getirmişti. Ruhunu okuyabildiği için bir kere daha minnettar kaldı ona ve bu
minnettarlıkla nasıl başa çıkabileceğini bilmiyordu. Kimse ruhunu okumazdı ki
onun. Böyle bir şeyle karşılaşınca ne yapacağını bilemiyordu o yüzden.
Buca’ya, kan bağının evine
gittiler hep beraber. Kısa bir süre sonra başka bir tanıdık nedeniyle yine
dışarıda buldu kendini. Saat ona kadar dışarıda oturmaları sabah dönüşlerini
doğrular nitelikteydi. Kafa dinlemeye geldiği İzmir’de, son akşamını Mat 2
çalıştırarak geçirmesine sevineceği aklının ucundan geçmezdi. O gece de tabi ki
uyumadı. Sabah dörtte evden ayrılırken neler olduğunu bile sonradan hatırlıyordu.
Dört günde toplam en çok 7 saat uyumuş olmalıydı. Sersem sersem veda ettiğini,
kan bağının “Sen sıranı savdın. İstanbul’a gelme sırası bende artık.” dediğini parça
parça hatırladı önce. Sonra yapboz gibi birleştirdi parçaları.
Şehre veda ederken öyle süslü
cümleler kurmadı. Süslü cümleler, süslü şehirler içindi. “İzmir’den bir Dünya
geçti.” dedi içinden. Klişenin dibine vurmasının uykusuzluk olduğuna kanaat
getirdi hemen ardından. Farklı bir söz bulamadı edilecek, geri geleceğini
biliyordu. Ne de olsa ruhunun birazını bu denize dökmüştü, dalga da yoktu. Ne kadar
uzaklaşabilirdi ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder