10 Haziran 2016 Cuma

İzmir...


İzmir bilir ya
Fallar çıkmaz ya
Kimse bilmez ya
Ben de kül oldum yandım
                               İzmir Bilir Ya-Aslı Güngör&Enbe Orkestrası


Adımını atmasıyla pek bir şey değişmemişti. İzmir’in Buca’sı onun için, İstanbul’un kenarda kalmış, değersiz mahallelerinden biri gibiydi. “İzmir bu mu yani? O kadar övdükleri şehir burası mı? Böyle mi her yeri?” diye saydırdı içinden bir anda. Umut etmekten hiç vazgeçemiyordu yine de. Aşırı umutlu olması getirmemiş miydi onu bu günlerine zaten?

Buca’dan ayrıldı kısa bir süre sonra ve arada tek bir bağ oluşamamıştı bir türlü. Zorluyordu ilerledikçe kendini bu şehri sevmek için. Sevememişti, farklı gelmemişti ona. “Bir İstanbul değil ki.” demişti bile çoktan. Arabayla caddelerin arasından ilerledikçe hissettiği tek şey yanındaki kan bağının sıcaklığıydı. Arabayı bir yere bırakıp yürümeye karar verilmişti, o fark etmeden oluyordu her şey. Onun tek aradığı bu şehre dair içinde bir şeyler hissedebilmekti.

Sahile vardı, Gündoğdu meydanına. Göz göze geldiği denizle, yutkundu. İstanbul’da da deniz görmüştü, ne vardı bunda sanki? Denize nazır bir okula gidip geliyordu sürekli. Bir deniz nasıl onu etkileyebilirdi ki? Üstelik tüm o yüklerden kaçmak için gelmemiş miydi? Boğaza benzer tek bir yanı olmasa da, deniz denizdi işte. Kıyı boyunca yürüdüler, onun tek kelime edecek hali kalmamıştı. İçini dökmeye geldiği şehirdi burası, ama içini dökecek hali yoktu. Yolculuktan yorulmamıştı, aç da sayılmazdı. Ama sanki doğru zaman için bekletiyordu onu bu şehir. Daha ilk günden içini dökmeye niyeti yoktu onun da zaten.

Daha geldiği ilk günden bir ton yol yürümüş, vapur iskelesinin oraya varmıştı bile. Binip kaçası gelmişti yine, İstanbul’dayken de peşini bırakmazdı bu his. Binip gitmek isterdi, belki daha dönmemek. Gitmedi o gün. Oturdu, gecenin bir yarısı masada dönen muhabbeti dinledi. Kan bağıyla konuştu arada, gerçi konuşmadan da anlaşabiliyordu onunla. Geç oldu, otel odasının sessizliğinde uykuya daldı onunla gelenler.

Uyumadığını bile bile uzun bir süre kapalı tuttu gözlerini. Belki beynini kandırabilirdi, uyurdu böylece. Beyniyse tüm numaralarını bildiği bu kıza gülüyordu kesin. Oflayarak açtı gözlerini. Üst katta topuklularını odanın bir ucundan diğer ucuna taklatan kişiye sinir oldu bir süre. Gecenin bu saati dans mı ediyordu odada bir başına? Topuklu sesleri kesildiğinde de uyuyamadı. Oturdu yatakta. Son baktığında saat beşe geliyordu. Yedideki alarm sesine açtı gözlerini.

Şehre geldiği ilk sabahını ve gündüzünü kan bağı olmadan geçirmek zorundaydı. Eski tanıdıklarla geçen bir günün ardından, saat beş civarında Karşıyaka turunda karar kılınmıştı bile. Aşık olduğu vapur yolculuğuna bir de kan bağı eklenince keyfi yerine gelmişti yavaştan. Ama hala doluydu içi. İzmir’deki tanıdıkların söylediklerinden dolayı Bağdat Caddesi duyumlu, kendi tespit ettiği şekilde ise Bakırköy görünümlü Karşıyaka’yı öyle çok da sevmedi. Sıkıcı geldi ona, Bakırköy’ü de sevmezdi zaten. O yolculukta tek sevdiği vapura binmek olmuştu.

Eve dönmek olarak tanımlamaya başladığı Kordon’a döndüğünde içi daha rahattı. Burası sıkıcı değildi, hayat doluydu ama İstanbul gibi yormuyordu. Bir yerlerde oturup sahile dönüldü tekrar. Denize yaklaştıkça içi rahatladı. Birinin kalbini dürtmesiyle de anlatmaya başladı içindekileri. Denizin dibinde oturuyor olmak iyiydi; ağzından çıkanlar karşısındaki kan bağına, içinde kalanlarsa göstermeden denize dökülüyordu. Anlatacakları bitti, şimdi sadece aklına sonradan gelen detayları ekliyordu. Lafının ortasında bir yerlerde, anlattıklarına kendi kendine yorum yaptığı bir sırada denizle karşılaştı. Yerinden fırlayan kan bağının nereye gittiğini anlayamadan, o geri dönmüştü bile. Elindeki mavi pakete baktı şaşkın şaşkın. Açıldığında ise ne olduğunu anlamıştı.

Hayatı boyunca özel olarak nitelendirdiği şeyler olmuştu hep. Bazı şeyleri paylaşacağın kişi önemliydi, öylesine biriyle paylaşılacak kadar değersiz olmamıştı bazı şeyler onun gözünde. Mesela dönme dolaba hiç binmemişti, hiç dilek balonu uçurmamıştı. Bunları birlikte yapacağı kişilerin önemli olması gerekirdi. O mavi dilek balonu paketten çıktığında tek bir an düşünmedi. Karşısındaki kişi öylesine biri değildi ki, hiç öylesine biri olmamıştı. Kan bağıydı o. Kan bağı kadar güçlü bir ruh bağı vardı onunla arasında. Bir süre uğraştılar dilek balonuyla. Uçmamakta kararlıydı ancak bir şeyin yükselmesi için onu yukarı itmek gerekirdi. Gecenin karanlığında parlayarak ilerideki kırmızı bir balona doğru uçtu. Onunla birlikte söndü ve yavaşça indi bir evin çatısına. O gece yukarıdan ses çıkmıyordu ama yine de uyuyamadı.

Ertesi günün ilk yarısını can sıkıntısı içinde geçirdi. İzmir’e gelmiş olması alışveriş merkezlerinden kurtaramamıştı onu. Öğleden sonrasını Forum Bornova’da harcayıp akşam yemeğinde tanıdık bir eve konuk oldu. Forum Bornova’yı da bir yere benzetmeyi başarmıştı tabi, Afyon’daki Afium’a. Geldiğinden beri kaçıncı benzetmesi olduğunu sayamıyordu. Otele döndüğünde, uzun zamandır ilk defa bu kadar gezdiğini fark etti. Ertesi gün Çeşme’ye gidecekti. Heyecandan olsa gerek, yine uyumadı.

Sabahtan yola çıkıldı, varacakları ilk durak Urla olmuştu. Sevilmeyecek yer değildi Urla, ama sadece kıyı şeridinde şöyle bir tur atabilmişti. Daha gezecekleri yerler vardı. Bir çay içimlik sürede ayrıldılar oradan.

Bir sonraki durak Alaçatı olmuştu. Orada sörf öğrenen birkaç yetişkin ve yüzmeye gelen bir grup küçük çocukla karşılaştılar. Urla’dan aldıkları boyozu yerken hem tanıdık hem yabancı bir tat kaldı ağzında, anlam veremedi. Farklı ve güzel olduğu doğruydu ama aslında o kadar farklı mıydı gerçekten? Alaçatı kıyısını terk ederken ne zaman o övülen Alaçatı’ya gidileceğini merak etmeye başlamıştı bile.

Çeşme’ye ulaşmış ve bir plajda yer bulmuş olmalarına rağmen direndi, girmedi denize. Hiç sevememişti denize girmeyi, yüzmezdi de. O günse yerinden kalkıp da kıyıda yürüyecek kadar bile hali yoktu sanki. Biraz uyukladı güneşin altında mayışırken. Yüzen tek bir kişi yoktu, herkes muhabbet ediyordu denizin ortasında. Kıyıdan uzaklaşsalar da bellerini geçmiyordu su bir türlü insanların. “Demek ki buranın denizi böyle.” dedi içinden. Acaba kandırıyor muydu bu deniz de? Bazı denizlerde su yavaşça derinleşirdi. Bazılarıysa belli bir yere kadar sığ gider, birdenbire boşluğa düşürürdü. O uçurumlu denizlerden miydi bu da? Burası koy sayılırdı gerçi, ne kadar derinleşirse derinleşsin açık deniz gibi olmazdı.

Çeşme’den ayrılırken pişman olmadı suya girmediğine. Yüzmeye gelmemişti ki o, kafasını dağıtmaya gelmişti. Hem yüzmek onun işi değildi. Kontrolü suya bırakmak, düşündükçe bile ürpertiyordu içini. Her ne kadar yüzmek için kendi kontrolüne ihtiyacı olsa da, suyun onu taşıması kendini bırakmasıyla olmayacak mıydı? Bırakmazdı kendini hiç. Bacağına girebilecek en ufak kramp, gözden kaçırılan tek bir an bile onu ürkütmeye yeterdi.

Arabanın tekerlekleri plansızca Çiftlikköy’e sürülürken, içindeki Alaçatı merakı artıyordu. Akşam çökmek üzereydi ve dağın başında bir yere ilerliyorlardı. Park edip indiklerinde, aklındaki Urla’yı gördü. Belki Urla’nın merkezine gidememişti ama onun hayalinde canlandırdığı Urla’ya çok benziyordu burası. Sakindi, huzurluydu. “Ama daha çok köy gibi.” diye devam ettirdi düşüncesini. Yaşanılacak yer sayılmazdı doğrusu, ancak yazları en çok bir ay kalınacak yerdi.

Sonunda beklediği yere ulaştılar. Tam da beklediği gibiydi Alaçatı. Evleriyle, sakinliğiyle… Derken kalabalığın içine daldılar bir anda. Akşam gitgide çökerken Alaçatı’da metrekareye düşen insan sayısı da artıyordu. Gitmeyi istediği o dondurmacıyı bulamayacağını bilerek yürüdü Alaçatı sokaklarında. İzmir’in ilk kumrusunu da Alaçatı’da yedi. Gece kalabalığından içi sıkılarak, İzmir’in zehir zemberek sıcağında beş kilo makyajla gezen kızlara baktı şaşkın şaşkın. Bir insan ne kadar alışsa da nasıl bunalmazdı o makyajla? Geceyi Buca’da bir tanıdığın evinde geçirdi, yine uyumadı.

Sabah erkenden kalkıp Kaynaklar’a kahvaltıya gittiler iki arabayla. Arıların gazabından sakınarak, yanan kahvelerin dumanlarını havada savurarak zar zor yaptılar kahvaltıyı. Tanıdıklardan ayrılıp İstanbul’dan getirdikleri ve kan bağıyla devam ettiler yola. İlk durak Meryem Ana Kilisesi’ydi. Geleneklerden sapmamak için mum yaktı, ama mumu dikerken diğer mumları üflememek için zor tuttu kendini. Üflerse de linç edilirse diye korkarak uzaklaştı mumların yanından. Bir sonraki durak Efes olabilirdi, eğer Efes bir ticarethaneye dönüştürülmeseydi. Sıcağın altına öylece bırakılmış atların çektiği o faytona binmemek için diretti, Adalar’da yaşadığı anıları depreşti. Atları ölümüne kırbaçlayan bir faytoncunun arkasından, “Öbür tarafta da seni öyle kırbaçlayacaklar!” diye bağırdığı geldi aklına. Bu sefer güçlükle tuttu dilini ama içinden saydırdı durdu oradaki herkese.
Şirince’ye döndü bu sefer arabanın direksiyonu. Küçük, sevimli bir köyün ne kadar popülerleştiği ve zorla sevimliliğinin alınmaya çalışıldığıyla yüzleşti. Şirince’nin taşlı yokuşlarından inip çıkarken spor ayakkabı giydiği için şanslıydı. Sıcağın etkisiyle mayışan bedenini karadut suyu canlandırabilmişti ancak.

Biraz yorgun bir halde dönüş yolundayken akşama gidiyor olmasının hüznü sardı birden. Gitmek istemiyordu, İstanbul onu fena halde yormuştu. Burada deli gibi gezmiş, dört günde neredeyse hiç dinlenmemiş olabilirdi. Ama sadece bedeni yorulmuştu işte. Ruhu yorulmadığı sürece, bedeninin tek bir söz hakkı yoktu üzerinde. Kaçtığı her şey o şehirdeydi ve onlarla yüzleşmeyi hiç istemiyordu.
Aklında tüm bu düşüncelerle İnciraltı’na geldi. Sahilde yürürken ruhunu saran hüznü dışa yansıtmaktan nefret ediyordu. Kimsenin aklından geçmeyen o gitmeme isteğini kan bağı dile getirmişti. Ruhunu okuyabildiği için bir kere daha minnettar kaldı ona ve bu minnettarlıkla nasıl başa çıkabileceğini bilmiyordu. Kimse ruhunu okumazdı ki onun. Böyle bir şeyle karşılaşınca ne yapacağını bilemiyordu o yüzden.

Buca’ya, kan bağının evine gittiler hep beraber. Kısa bir süre sonra başka bir tanıdık nedeniyle yine dışarıda buldu kendini. Saat ona kadar dışarıda oturmaları sabah dönüşlerini doğrular nitelikteydi. Kafa dinlemeye geldiği İzmir’de, son akşamını Mat 2 çalıştırarak geçirmesine sevineceği aklının ucundan geçmezdi. O gece de tabi ki uyumadı. Sabah dörtte evden ayrılırken neler olduğunu bile sonradan hatırlıyordu. Dört günde toplam en çok 7 saat uyumuş olmalıydı. Sersem sersem veda ettiğini, kan bağının “Sen sıranı savdın. İstanbul’a gelme sırası bende artık.” dediğini parça parça hatırladı önce. Sonra yapboz gibi birleştirdi parçaları.


Şehre veda ederken öyle süslü cümleler kurmadı. Süslü cümleler, süslü şehirler içindi. “İzmir’den bir Dünya geçti.” dedi içinden. Klişenin dibine vurmasının uykusuzluk olduğuna kanaat getirdi hemen ardından. Farklı bir söz bulamadı edilecek, geri geleceğini biliyordu. Ne de olsa ruhunun birazını bu denize dökmüştü, dalga da yoktu. Ne kadar uzaklaşabilirdi ki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder