4 Nisan 2019 Perşembe

04.04.2019


Hey DJ play me a song to make me cry
On nights when my heart is frustrated
                                   Song Request - LeeSoRa (ft. SUGA)


Kin tutmak… Önceden unutmamak diye nitelendirdiğim bu söz öbeği, rahatsız edici gelmiyordu bana. Çünkü masumlaştırmıştım, bir şekilde olumlu bir yan arıyordum. İnsanlara buna göre yaklaşmak daha adil ve acı vermeyen bir yol gibi görünüyordu. Bir şeyleri unutmak, unutkan olmak hiç olumlu bir yan olmamıştı, iyi veya kötü herhangi bir konuda. En azından ben öyle düşünmüştüm.

Sanırım canımızın daha az yandığı noktalarda, sözlerin bir kahvaltı bıçağından farksız olduğunu düşünüyoruz. Unutmamamız bizi sadece daha temkinli olmaya itiyor ve önlem alıyoruz. İnsanlar kendi canlarını her koşulda başkalarının önüne koyar zaten, bunun aksini kimse kanıtlayamaz biliyorum. Birine kızdığımızda onun canını yakmak için bilerek acıtarak konuşmamız, zayıf noktalarından vurmamız bu yüzden. Bu zayıf noktaları yüzümüze vuran kişi bize ne kadar yakınsa bir dahaki sefere o kadar kalın duvarlar koyuyoruz önümüze. Biz derken kastettiğim unutmayanlar tabi ki.

Unutanlar her seferinde vurulmaktan nasıl yorulmuyorlar diye düşünüp dururdum. Hiç mi hatırlamıyorlardı? Ben bu duruma daha önce gelmiştim sanki düşüncesi hiç geçmiyor muydu akıllarından? Nasıl hatırlamazlardı ki? Belki de aynı insanların canlarını birçok kez yakmasına nasıl izin verebiliyorlardı? Oysa sırf buna izin vermemek için unutmamayı seçmiştim ben. Unutmamanın çok daha ağır bir yük olup yavaşça tükettiğini bilmezken.

Başkalarına çabucak kurduğum kalın duvarları öylece inşa edemeyeceğim birine denk geldim. Unutmuyor olmanın acısını nasıl kapatacağımı bilmiyorum başından beri. Herhangi bir çözüm bulamadım. Başlarda yüzüne vurmaktan başka çarem kalmamıştı ama kendi içinizde silmediğiniz şeyleri, her şeyi silen birinin yüzüne vurmak çok da mantıklı bir hareket değildi. Sanki üzerinden çok zaman geçmiş gibi davranabilirdi çünkü. Üstelik sizin canınızın acısı hala tazeyken, yaranız hala kabuk bağlamamışken.

Aramıza koyamadığım koca duvarları kendi içime örmek zorunda kaldım. Canımın yandığı her noktamın etrafına ördüm o kalın, yüksek duvarları. Dışarı çıkmamalıydı, canımın yanmasını açığa vurmamalıydı hiçbir yara. Etrafına duvar ördüğünüz bir şeyin varlığını zamanla unutabiliyormuşsunuz, bunu öğrendim. Evin bir köşesine kaldırdığınız eski bir bibloyu düşünelim. Ya da o dolabın kenarına sıkışan tokayı. Sadece taşınırken bulabileceğiniz, hatta varlığını çoktan unuttuğunuz eşyalara dönüşürler. Belki dolap bir darbeyle sarsılır ve o toka oradan düşüp bir gürültü çıkarır. Ancak o zaman hatırlarsınız. Etrafına duvar ördüğüm tüm yaraların kendini göstermesi, bir sarsıntıyla dört duvarından birinin yıkılmasıyla oluyor sadece. Bazen biraz iyileşmiş yaralar küçük bir anı olarak kalıp kısa süreliğine sızlatabiliyor ama sanırım düzgün kapanmadığından her ortaya çıkışında daha çok acıtması.

Birine karşı duvar inşa edememek, o kadar da büyüleyici olmayabilir işte. Birinin, diğer tüm herkesten daha önemli olması hep bir şeyleri kolaylaştırmıyor. Unutmadığıma lafım yok, unutmamak hala unutmaktan daha iyi bir savunma olabiliyor çoğu zaman. Sanırım kendimizin bile bizi üzmeyeceğinin garantisi olmuyor hiç.

Ne dilerdim bilmiyorum. Nasıl bir çözüm yolu önermeliyim kendime, nasıl çıkmalıyım bu işin içinden? Nasıl olursa daha iyi hissederdim? Tüm ördüğüm duvarlar başıma yıkılmadan kaçmanın bir yolunu bulamıyorum. Kılımı kıpırdatsam bir duvara çarpıyorum. Hepsi yıkılırsa tek tek en baştan kuracağıma emin olduğum halde, dokunup yıkmaya kıyamıyorum. Parça parça karşıma çıktıklarında idare edilebilir halde tüm yaralar ama tek seferde hepsini görmek çok daha farklı bir hamlede bulunmama sebep olur diye korkuyorum. Çünkü daha önce aklımdan geçmişti. Senin tek bir an aklına gelmemiş şey, benim aklımdan çıkmak bilmemişti.

5 Mart 2019 Salı

05.03.2019


Though I can't understand your breath
It's alright I'll hold you
You really did a good job
                                      Breathe-Lee Hi


"Uzun zaman oldu." Bugünlerde en sevdiğim olma yolunda ilerliyor sanırım bu cümle. Birçok şeyin üzerinden uzun zaman geçiyor çünkü, yetişemiyormuşum gibi değil de nasıl geçtiğini hiç bilmiyormuşum gibi. Peşinden koşturduğum hiçbir şey yok. Kovaladığım hiçbir fırsat, kaybetmemek için direndiğim hiç kimse, gözüm gibi baktığım hiçbir eşya... Kulağa kötü bir durum gibi gelebilir. Ama hiç değil aslında. Hep süregelmiş bir koşuşturmacadan soyutlanmış, biraz kendimi bulmuş gibi hissediyorum. Bir şeyi aramazken bulmak daha güzel bana kalırsa.


Hayatta bir şey olmak amacı olmamalı herkesin de. Meslek açısından söylemiyorum bunu sadece. Hepimiz birinin veya bir şeyin bir parçası olmak zorunda değiliz. Kendi olmak kavramının bile doğru kullanıldığını düşünmüyorum ben. Farklı bir özellik bulmamız bizi kendimiz yapmaz, eğer hala diğerlerinin davranışlarından bize geçenler varsa. Amaç dediğimiz kavram da aynı geliyor kulağıma. O kadar genelleşmiş amaçlar duyuyoruz ki, herkes tek bir amaç uğruna yarışıyormuş gibi hissettiriyor.

İnsanların görmezden gelebilme, birilerini sınıflandırabilme yeteneğine hayranım, bunu yapabilir miyim diye merak ediyorum fazlaca. Okul döneminden iş hayatına yaklaştıkça o "Okul yuvamız." kavramı da bizden uzaklaşıyor sanırım. Yuvamız olabilen bir yer bulamıyoruz ve bizi içine alsın istediğimiz yuvaların da standartları dışında kalıyoruz. Okuduğumuz okulu, sahip olduğumuz işi biz seçiyoruz. Bütün sorumluluğu asla bir başkasına yıkamayız bunun için. Ama çalışacağımız yeri seçemiyor olmamız pek adil değil sanki, ha? Okuduğumuz yere göre filtrelenmemiz, biraz da tek tip insan yetiştirmek olmuyor mu?

Bu gözüme çok daha batmaya başladı muhtemelen. Duygusal durumlardan, insanların hislerinden bahseden biriyken materyal dünyadan bahseder olmam bundan. Özellikle bir şeyler için çabalamaya fırsat tanınmadan reddedilmek, ki bence bu sadece duygusal durumlarda olabilmeli, iş hayatı açısından etik bir kavram sayılmıyor. Bir okul okumanın yetmemesi, tek bir dili bilmenin sıradanlaştığı gibi durumlardan bahsetmiyorum. Gelişen bir dünyada yaşarken bunun olmaması bizi sadece çağın gerisinde tutar. Ancak, bilmiyorum pek adil olduğunu düşünmüyorum işte.

Kimseye birebir gönderme yapan biri olmadım aslında hiç. Zira benim duyduğum, bildiğimden çok daha fazlası olduğuna eminim. Bunu öylece az sayıyla sınırlandırıp tüm yükü o az sayının üzerine yıkamam. İnsanları markalaştırmak, bunu kesinlikle olumlu anlamda kullanmıyorum, onları birer eşyadan farksız kılmak ve tekdüzeleştirmek anlamına gelmiyor mu? Neden toplumun farklı düşünceler ve farklı bakış açılarından olayları görüp sorunları daha hızlı çözebilecek hale gelmesine izin vermiyoruz? Herkesi tek bir çizgiye ve kusursuz bir sıraya toplarken hangi noktalarını kestiğimizi, neleri körelttiğimizi gerçekten görebiliyor muyuz? Bir işyerinde herkes aynı soruna aynı bakış açısıyla yaklaşırsa ve o açıdan bakınca çözülmüyorsa o sorunu nasıl çözebiliriz ki? Peki aynı üniversiteden gelmiş, aynı öğretim şekliyle ve muhtemelen aynı hocalardan bir şeyler öğrenmiş kişiler bir araya gelerek ne kadar etkili bir takım oluşturabilirler? Takıldığım nokta bu.

Çok da uzatmadan değinmeyi çok istediğim bir nokta daha var. Öğrendikleri aynı düzeyde olmamasına rağmen, herkesin en üst seviyede olanlarla aynı, hatta bazen onlardan da üst seviyedeki bir teste tabi tutulması ne derece mantıklı olabilir ki? Eh, dediğim noktaya bağlanıyor aslında. Bu sınıflandırmanın kibarca, suç üstlenmeden yapılanı. Karşıdaki kişiye kendini yetersiz hissettirmekle başlayıp, altında yatan gerçek sebebin başından beri o kişiyi istememek olmasından dolayı reddetmekle biten bir serüven. Affedilebilir? Bence hayır. Direk reddetmenin daha az onur kırıcı olduğuna inanıyorum zira. Göz doktorunda bile “Çok çok küçük harfleri zaten günlük hayatta okumuyorum neden onlar net olmalı ki?" diye sorgulayan biri olarak o kadar zor testleri çözebilmek basit bir staj için seçilme ölçütü olmamalı diye düşünüyorum.

Ama şu konuda yargılanmaya hazırım, savunmam bile yok çünkü. Hala yazı bitiremiyorum.