29 Ağustos 2017 Salı

28.08.2017


Sıkıntıdan mecburen düşününce,
Palyaçolar çok da komik değilmiş.
                          Üzgünüm, Bu Defa Pek Hoş Değil Konu- İkiye On Kala


Birinci planda olmak? Ya da ikinci? Bir şeyleri öncelik sırasına dizmemizi anlayabiliyorum. Bundan normal bir durum yok zaten. Daha sonraya yetişmesi gereken bir işi erteleyip son dakikada çıkan bir şeyi yapıyor olmamız asıl mantıklı olan. Öncelik sıralarımız, beklediğimiz sonuçlardan hangisinden memnun olacağımız, tüm bunlar aslında hepimizin içinde bambaşka tasvirlerde şekilleniyor.

İşleri öncelik sırasına koymayı anlıyorum da, insanları öncelik sırasına göre dizmeyi bir türlü çözemedim. Hani bazı şeyler vardır, insan asla beceremez, öğrenemez. Her şeyi öğrenebiliriz diye bir kural asla yaratılmadı zaten. İşte ben de o çizgilerle çizilmiş sınırlarına ve koşullarına rağmen bir türlü öğrenemedim insanları nasıl hayatımda öncelik sırasına koyacağımı. Kimin öne gelmesinin şart olduğunu bir türlü anlayamadım.

Bunun aslında iyi bir şey olduğunu, böylelikle diğer insanlar gibi bazı kişilere hayatında hiç şans vermeden devam etmeyeceğimi falan düşünebilirsiniz. İyi bir şey gibi görünüyor dışarıdan bakıldığında. Çünkü gerçekten kimseyi ayırmadan, herkese eşit şekilde yaklaşmış oluyor insan. Ama ancak herkes böyle olursa yürüyebilecek bir düzen bu. Kimsede insanları önem sırasına göre dizen bir anlayış olmaması lazım bunun için. Oysa biz her şeyi en sevdiğimiz diye bile ayırıyoruz.

Bir düşünsenize, en sevdiğimiz renk diye bir kavram var. En sevdiğimiz sayı, en sevdiğimiz gün, en sevdiğimiz yemek ve bir ton en sevdiğimiz şeye öylece karar veriyoruz. Bizim sevdiklerimiz dışındakilerin hepsi kötüymüş gibi, sevilme şansını bile tanımıyoruz bazı şeylere. Tuhaf. En sevdiğim şeylere asla cevap veremedim ben. İlla söylemem gereken bir şey olursa rastgele söyledim her şeyi. Bir gün 7 dediğim sayı başka bir gün 4 oldu. Pazartesiyi severken hava o gün içimi açtığı için Çarşambayı seven biri oldum.

Neden bu kadar keskin sınırlar çiziyoruz etrafımıza? Neden öylece ayırıyoruz hayatımızdaki insanları önceliklerimiz diye? Hiç ayıramadım, bunu “Ayıramam ben, herkesi eşit seviyorum.” anlamında söylemiyorum. Beceremedim. Yanlış bir sıra oluşturdum her seferinde. Yanlış oluşturduğumuz sıralar bizim de başkalarının hayatındaki sıramızı kaydırıyormuş, bunu öğrendim. Domino taşı gibi bir nevi. Eğer siz sırayı kaybederseniz başka birinin sırasında her şey üzerinize yıkılabiliyormuş.

Bir şekilde öncelikler listesine girmek var, o zaten ayrı bir külfet. Peki hiç, birinin öncelik listesine bile girmemiş hissettiniz mi? Öylece o listeye yeni şeyler gelmiş ve siz alt sıralara falan düşmemişsiniz, direk raftan düşmüşsünüz gibi? Düşüşünüzün sadece sizde ses yaptığını, o insanda tek bir yaprak bile kımıldamamış gibi her şeyin aynı devam ettiğini hissettiniz mi? Merakımdan ya da tavsiye vereceğimden sormuyorum bunu. Çünkü bu durumda ne yapılması gerektiğini inanın gram bilmiyorum. Her konuda bir fikrim var, sırf bu yüzden çok konuşan biri oldum çıktım. Çoğu konuda bir fikrim var çünkü fikir edinmeyi seviyorum. Yanlış ya da doğru, bir konuyla ilgili “Bir yerde şunu duydum.” demek aşırı mutlu ediyor beni. Çünkü konudan bihaber değilim. Çünkü kendimi tamamen yabancı hissedeceğim bir ortam yok. Yabancı hissettiğim her yerden koşarak uzaklaştım hep.

Buradan da öylece koşarak uzaklaşmak istiyorum işte. Bu hissettiğim şeye nasıl karşılık vermem gerektiğini bilmiyorum. Bir an sesim kısık çıkıyor başka bir an sinirle haykırıyorum. Bir an oturup ağlamak isterken sinirden gülesim geliyor. İçimde bu his yüzünden dev bir çukur oluştu. Çukuru dolduramayıp iki ayrı uçtan birçok şey hissediyorum. İçimdeki çukurun dolması ya da en azından güvenle üstünde kalabileceğim bir köprünün kurulması dileğiyle. Zira artık günümüz kalpleri arasında kurulan köprülerin sağlamlığına hiç inanamıyorum.


24 Ağustos 2017 Perşembe

23(24).08.2017



















Güneşin ufka değdiği yer oraya git ama yine gel
                                         Döneceksin Diye Söz Ver-Yüksek Sadakat
                         

Gelişen bir dünyaya ayak uydurmaya çalışıyoruz. Ne kadar direnirsek direnelim bazı şeyler eskisi gibi kalmıyor. Sanki bir kanun varmış ve hayatta her şeyin belirli bir direniş süresi varmış gibi. Süresi dolan her şey kaybolup gitmek zorunda kalıyor. Yerini doldurmanın zor olmayacağı şeyler bunlar. Öylece önceki halini doğru düzgün kimsenin aramadığı, herkesin bir şekilde gelişimine ayak uydurduğu.

Akıllı telefonlar, çoğu işi halledebilen bilgisayarlar, hayatı kolaylaştırdığı sloganıyla ortaya çıkan bir ton teknoloji... En basiti bir uçağın şu saniye tam nerede olduğunu bile görebiliyoruz. Aslında bu kolaylaştırıyor mu zorlaştırıyor mu anlamak zor. Çünkü sabırsızlaşıyoruz. Eskiden gelecek bir mektubu belki aylarca bekleyen, görmek istediği kişiyle sadece belirli sürelerde karşılaşıp ancak yüz yüze sözleşebilse de vazgeçmeyen bir ton sabırlı insanın yerini mesajına 10 saniye geç cevap alınca köpüren, önündeki araba bir anlık duraksasa kornaya abanan bir insan grubu aldı. Sabırsızız, bekleyemiyoruz, vaktimiz asla yokmuş gibi davranmaya daha doğrusu meşgul taklidi yapmaya bayılıyoruz. Kendimizi meşgul bir insan gibi hissedersek hayatımızdaki boşlukları, boşunalıkları da hissetmeyiz sanıyoruz.

Eskiden her şeyin daha zor olduğunu bile bile, hayatımızın kolaylaştığına dair onca lafa rağmen neden her şeyi daha çok zorlaştırıyoruz? Neden bir market sırasında bile bekleyemediği halde internette "Biz hep bekleriz." diye dolanan insanlar var? Sahteleşmedik mi böyle yaparak? Neden tüm o hayatı kolaylaştıran, güya kendimizi yüz yüze dışında da ifade etme şansı tanıyan bir ton yeniliği kendimizi ya da başkalarını kandırmak adına kullanıyoruz?

Dev bir çelişkinin içindeyiz aslında. Hem gelen tüm yenilikleri seviyoruz hem de hepsinden şikayetçiyiz. Çünkü gelişimleri reddedersek hayata ayak uyduramıyoruz kabullenirsek de kendimize. Ya biz kendimiz olmaktan vazgeçiyoruz ya da hayatımızdan. İkisinden de vazgeçmeden, kendimiz kalarak kendi hayatımızı gayet yaşayabilecekken geçmişe özlemden midir nedir hep zor yolu deniyoruz. Sahip olduğumuz hayatı asıl kendimiz olarak yaşayabiliriz aslında, sadece böyle bizim hayatımız olur çünkü. Yine de kabullenmiyoruz bunu.

Bizim asıl sorunumuz sabırsızlık ya da sahtelik değil. Biz kendimizi kendimiz dışında herkese kanıtlama çabası içindeyiz. Öyle bir çabada olmadığını iddia eden herkes hayatında en az bir kere bu çabayı gösteriyor. Kendi yapabileceklerimizi ya çok küçümseyip bırakın çevremizi kendimiz bile göremeyecek kadar küçük bir boyuta getiriyoruz, ya da çok yüceltip yine kimsenin göremeyeceği kadar yüksek bir rafa koyuyoruz. Yapabileceklerimizi olduğu gibi sıralamak hiç edindiğimiz bir huy olamadı. Muhtemelen bu yüzden böyle.

Bir ton şey gelişti, bir ton şey bulundu hayatta zamanı geçirdikçe. Dedim ya artık uçakların nerede olduğunu bile görebiliyoruz. O uçak birilerini bizden uzaklaştırdığında biraz üzücü olabiliyor ama yine de verdiğimiz sözler var. En azından hala söz tutabilen bir yana sahibiz.

10 Ağustos 2017 Perşembe

Bilinmeyen Bir Kadın


















"Sana, beni asla tanımamış olan sana,"
                                Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu-Stefan Zweig



Biliyorum, hiç yaptığım bir şey değil bu. Yine de hakkında yazmadan duramadım. Bir şekilde bir yerlerde aklımda hep kalsın diye dursun istediğim bir kitap var. Fazlasıyla tesadüf eseri tanıştım ama zaten planlanıp programlanarak belli doğrultuda ilerleyen tanışmalardan da hiçbir şey kazanmadım. Stefan Zweig o zamana kadar adını dahi duymadığım bir yazardı. Zaten muhteşem derecede genel kültür dolu, bir sürü klasik okumuş biri de değildim. Toplumun yücelttiği, popüler hale getirdiği birçok şeyi merak ediyor bile olsam popülerleştiği dönemde okumadım, izlemedim, dinlemedim. Bekledim belki, şanslıysam popülerleşmeden keşfetmiş oldum bazen de. Daha popüler olmamışken keşfedilen şeyler insana "Ben bunu önceden de biliyordum, güzelliğini önceden fark etmiştim." dedirtiyor. Sanki kendi parçanızmış gibi gurur doldurabiliyor içinize. Oysa öylece Çok Satanlar arasına dahi girmemişken bir şekilde yollarımız birleşti bizim bu yazarla. Bazen öyle bir şeye denk gelirsiniz ki, ilk keşfettiğinizin o olması sizi kutsanmış hissettirir. İlk keşfettiğim kitabıydı Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu.

Hayatım boyunca hiç kendimle çok örtüşeceğine inandığım bir kitap karakteriyle karşılaşmamıştım. Karşılaşacağımı da düşünmezdim, zira herkesin hayal gücünde yaratacağı kişi bambaşkadır. Bilinmeyen Bir Kadın kitap boyu her ne yaparsa yapsın, her ne düşünürse düşünsün aynısını ben de yapardım dedirtti bana. Kendime aşırı benzettim. Aynı şeyleri tam olarak yaşamış sayılmazdık belki ama yine de aynı şeyleri yaşasaydık aynı kişi olacağımıza emindim. Öylece bir anda girmişti hayatıma ve kim olduğunu hiç bilemeyecek de olsam, Stefan Zweig'in bu kitabı neden yazdığına dair hiçbir fikrim de olmasa kurgusal bir karakterin hissettiklerini hissedebiliyorum hala.

Ben bir karaktere bağlanmanın asla yazarla ilgisi olduğuna inanmadım. Birçok hikaye yazdım, kendi hikayelerimdeki karakterlere bağlandığım da oldu ama benimle hiç ilgisi olmadı. Ben bir yazarın bir karakter yaratabileceğine inanmıyorum. Ben bir karakterin kendini yaratabileceğine inanıyorum. Bence yazarın yaptığı tek şey eline kalem almak. Gerisi o kurgusal olduğu düşünülen karakterin gelip kalemi kağıda bastırırken sürüklemesiyle devam ediyor. Bir karakter tüm hayatına kendisi karar veriyor. Çizeceği rotaya, adımlarına, sevecekleri ve sevmeyeceklerine, ne kadar süre yaşayacağına ve hikayesine... Her şeye kendi karar veriyor.

Yazan biri olarak biliyorum ki asla dünyada olmayan bir karakter çıkmıyor ortaya. Ya birkaç kişinin karması oluyor karakterler, öyle ki biz sıfırdan bir karakter çıkarılmış gibi görüyoruz; ya da öyle bir karakter geliyor ki birden, gerçekten var diyoruz. Bunları yaşasa tüm bunların aynısını yapacak birisi var. Bilinmeyen Bir Kadın'ın benim gözümdeki yeri fazlasıyla yüce. Aynı şeyleri yaşasam aynı tepkilerle karşılayacağıma asla bu kadar emin olmamıştım. Ki bir şeylerden zor emin olan bir insanım.

Niyetim öylece kitap önerisinde bulunmak, mutlaka okuyun demek değildi. Önerilmiş kitapları okumayınca ya da beğenmeyince o kişiye karşı borçlu hisseden biri olarak söylüyorum, bu tarz şeyleri önermeyi sevmem. Çok sevdiğim şeyleri asla önermem aslında. Sadece, paylaşmak geldi içimden. İçindeki ağırlıkları, mutlulukları, çekilen acıları paylaşan biri olarak tüm hayatım boyunca etrafımda büyüsünü hissedeceğim kitabı da paylaşmak istedim. Öyle.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

02.08.2017

Yolda filden bir masal öğrendim. Masala göre bütün yıldızlar sırayla evreni aydınlatırmış. Gündüzleri bu işi güneş yaparmış ama gece olunca sıra Ay'a gelmiş. Ay kabul etmemiş, sıra annemde demiş. Annesi, kardeşlerini besleyebilmek için hamur yoğuruyormuş. "Kızım," demiş, "ellerim hamurlu benim yerime sen aydınlat bu gece." Ama Ay yine direnince annesi, sinirli elleriyle sıkıştırmış Ay'ın yüzünü. Ay hamura bulanmış. Yüzünü ne kadar yıkarsa yıkasın Su, Ay'ın annesinden korktuğu için lekeleri temizlememiş. Ay'ın yüzündeki lekeler bundanmış. İşte o gün Ay, Su'ya küsmüş.
                                                                                                    Aydan Gelen Fil-Can Kazaz



Etrafınızda kimse hiç “Neden kendini suçluyorsun?” dedi mi? Kendinizi sorumlu tutmanız garip geldi mi peki insanlara hiç? “Senin suçun değil.” lafını kaç kere duydunuz ömrünüzde? Ya da kaç kere kurdunuz aynı cümleyi birilerine? Birinin yaşadığı şeyden sorumlu olup olmadığına ne zamandan beri başkaları karar verir oldu?

Yaşadığımız her şeyden, çok ciddiyim istisnasız her şeyden sorumluyuz. Bu suçlu olduğumuzu göstermez. Suçlu olmakla sorumlu olmanın birbirine karıştırıldığı, aynı şey olarak düşünüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bir şeyin sorumluluğunu kabul etmek sizin suçlu olduğunuzu hiç göstermedi ki. Biz bunu böyle görmeye alıştık. Bir şekilde alıştık, alıştırıldık, herkes böyle davranmaya başladı. Kim başlattı bu akımı bilmiyorum ama birilerinin bitirmesi gerekiyor. Bakış açımızın değişmesi lazım.

Kendini suçlamamalı insan ama ben bundan sorumlu değilim lafı çocukluktan başka bir şey değil. Çocukluk yapmayı özlediğimizi biliyorum. Yine de bu tarz çocukluklar çocukların bile yapmayacağı derecede rahatsız şeyler. Sorumluluktan kaçıyoruz. Kolayımıza geliyor kaçmak. Oysa yaşadığımız her şeyin üstünde bir sorumluluk barındırıyoruz.

Öte yandan sorumluluk almadıkça bencilleşiyoruz, sorumluluk aldıkça ise kendimiz dışında her şeyi düşünür hale geliyoruz. Birbirinden tamamen alakasız iki şeyi birbiriyle öyle bağdaştırıyoruz ki hep bir bütünlermiş, hep öyle süregelmiş gibi davranmaya başlıyoruz. Onları birbirine karıştıran biziz. Yaşadıklarımızın sorumluluğunu üstlenerek kendimizi de düşünmemiz lazım.

Bencil olmayı beceremeyen biri olarak aklımı kurcalayan şey de bu zaten. Kendimizi düşünmüyoruz. Hayatımız boyunca etrafımızda dönen şeyleri, çevremizdeki insanları düşünmekten kendimizi unutuyoruz. Tek başımıza bir şey yapamayacağımıza, o insanlara muhtaçlığımıza kendimizi inandırıp gerçekten de kendi başımıza bir şey beceremiyoruz. Bir yerden bir yere tek başımıza gitmek bile bize işkence gibi geliyor. Yalnızlıktan kaçıyoruz, korkuyoruz. Oysa gerçek anlamda yalnız geldiğimiz bir hayatı yaşıyoruz. En sonunda her şekilde sadece bize kendimizin kalacağını içten içe biliyoruz. Öyleyse neden bize kalacak tek şeyi hiç düşünmüyoruz? Bu kadar mı önemli o insanlar aslında ve bu kadar mı önemsiz, değersiziz biz? En çok düşünmemiz gereken şeyi neden en sona koyuyoruz öncelik sıramızda? Hatta bazen neden hiç adımız bile geçmiyor o listede?

Çoğu kişisel gelişim kitabının da dediği gibi kendinizle zaman geçirin diyecek değilim. Sadece, düşünmemiz lazım aslında. Kendimize birkaç saat ayırmamıza bile gerek yok bunun için. Tek bir an bile tüm günümüze yetebilecek kadar düşünmemiz lazım. O vapura yetişebilir miyim, o derse geç kalır mıyım ya da sabah bu saatte uyanır mıyım diyoruz. Bunları düşünebiliyorken, hayatımızdaki şeyler hakkında en az bir kere düşünmüşken yıllardır var olan kendimizi neden hiç düşünmüyoruz? Üstelik bunun için vakte bile ihtiyacımız yok. Bir anımızı kendimizi düşünmeye harcasak bize katacağı bir ton şey olduğuna eminim. Bir karar verirken, hayatımızda bir şeyi değiştirirken tek bir an kendimizi düşünmemiz lazım. Yapmazsak en sonunda elimizde kendimiz de kalmayacağız çünkü.