10 Aralık 2016 Cumartesi

10.12.2016



Siz, sevgili sevgilim
Unuttunuz mu olanları
                       Portakal-Cenk Tevet

Bazen birine, bir başkasını unutmadığı için kızmak geçer aklından. Sonra durup düşünmek zorunda kalırsın. Sen unutabildin mi? Unutmak öyle kolayca yapılabilen bir eylem değil ki. Neydi, ufalamak mı gerekiyordu? Unutmak kelimesinin undan çıkmış olması fazlasıyla yatıyor benim aklıma. Unutmak için un ufak etmek gerekiyor çünkü.

Gücü ufalamaya yetmeyenler öylece unutabileceklerine inanmaya daha meyilliler. Bazı insanların kalbi ne kadar büyük gibi de görünse, yumruklarından büyük değil sonuçta. Yumruk kadar bir kalp, ne kadar büyürse ruhunda, o kadar güçsüzleşiyorsun. Bu yüzden içimizdeki tüm dolaplar ağzına kadar dolu, unutamıyoruz.

Birine hala bir şeyler hissetmekle aynı şey sayılmaz unutmamak. Hatırladığınız şey, o kişi olmak zorunda bile değil. Sanırım tek sorunumuz hislerle. Bir anının, bir anın bize ne hissettirdiğiyle kafayı bozmuş durumdayız. O hissin ufak bir kıvılcımını dahi görsek, koşa koşa gidiyoruz onun kaynağına. Gitmemek benlik değil. Gurur yapmayı hiç beceremedim. Sanırım ondan hiç anlamıyorum gurur yapabilenleri.

Hayatımıza bir noktada dokunmuş, bir an paylaştığımız birini öylece unutabilmek acımasızca benim gözümde. Buna kimin takılıp takılmadığı önemli değil, ben beceremiyorum şipşak unutmaları. Hayat, her şeyi hatırlamak için çok kısa. Yine de unutursam kalbim kurusun.

24 Kasım 2016 Perşembe

24.11.2016


Sözleri fısıltı, kalbinden asıldı
Bir büyük boşluğa her şeyi dağıldı
                                Kapısı Kapalı-Adamlar


Rastgele dizili bir şarkı sıralamasında denk geldiğimiz şarkılardan bazıları manidar bir zamanlamayı seçerler. Tam bir yazıyı okumayı bitirmenizi mesela. O yazının ortasında çalmaya başlasa tüm büyüsü kaybolabilecekken bir bitiş yapması şarkıdaki tüm kelimeleri içinize işletir.

Durup da afilli cümleler kurmayacağım şarkı ya da o kişiyle ilgili. Pek başarabildiğim bir şey de değil zaten. Sevmiyorum öyle havasından geçilmeyen cümleleri.

Yazarken düşünmezdim hiç. Ne geldiyse, nasıl geldiyse yazardım. Kelimelerim mi tükendi? Bence kitap okumayı bırakmamalıydım.

Geçen gün olacağına tüm kalbimle inandıklarım ve artık karşılaşmak için yerinde tepinen ruhumu hatırladıkça hüzünlenmiyorum, sanırım hüzünden de yoruldum. Kafam gitgide ağırlaşıyor. Bir gün kendini uykuya alan bilgisayar ekranı gibi kapanacağını hissedebiliyorum.

"Varlığından haberdar edememek can sıkıcı." diyebilirdim, eğer bu cümleyi binlerce kez kurmuş olmasaydım. Ne zaman kendimi gaza getirsem, "Alt tarafı bir vapura bineceksin, abartma." desem, yüzüme kapanan bir kapı beliriyor zihnimde. O kapı kapanırsa gerçekten, açılan başka hiçbir kapıyı göremeyeceğimi biliyorum. Hiç açılmayan bir kapı daha güvenli o yüzden. En azından kapanma riski olmuyor.

23.11.2016




















굳이 너여야만 하는 이유는 묻지마
그저 곁에 stay with me
                                     Stay-Blackpink


Zamanı hızlı aktıran insanlar vardı. Tesadüflerinizin artık tesadüflükten çıktığı, tüm bunların olmasına sebep bulamadığınız insanlar. Hayatınıza devam etmeyi sürdürürken hep o yerde duran birileri işte. Onunla birlikte olması da şart değil, onunla ilgili herhangi bir şey yaparken, resmine bakarken mesela zamanın nasıl çabuk geçebildiğini anlayamazsınız. Hani o sevmediğim beden dersinde herkes giyinip sıraya geçene dek yıl geçiyordu ya bana göre, oysa 10 dakika bile olmamıştı. Buysa boş derslerden bile, 5 dakikalık o son tenefüsten bile hızlı geçiriyor zamanı.

Zaman öyle hızlı akarken acele davranmaktan bir o kadar korktum. Bir şeylerin yerli yerine oturması, yavaş olmasına bağlıydı bende. Tembelliğimden değil, sağlamlık kaygımdan. Sil baştan yapmaktan korktuğumdan. Usul usul ilerleme gayemle zamanı hızlı aktırması büyük çelişkiydi. Varoluşunun bile çelişkisine inanan biri olarak çok şaşırmıyorum buna da.

Zaman demiştim, değil mi? Eğer biriyle herhangi bir yerde herhangi bir yüzyılda yaşayabileceğinize inanıyorsanız orada vardır bir şeyler. Bilmiyorum, çok korkup kaçıyorum sanırım. Oysa zaman geçiyor. İçimden geldiği gibi davranma huyumu toparlanamama korkum dizginliyor sürekli. Öylesine değil çünkü tüm bunlar. Ben enerjiye pek inanmam ama ruh bağına inanıyorum tüm varlığımla. Ve tesadüflere inanmayı da hiç seçmedim. Bu ruh bağıyla alakalı bence direk. Yani biriyle ruhlarınız arasında bir bağ varsa tüm o tesadüfler gerçekleşiyor. Ruh bağı hem kafayla hem kalple olan bir şey. Korktuğumsa o yanılma payı.

Bencilce gelebilir ama sırf başkaları mutlu olsun diye vazgeçemem bir şeylerden. Bu vazgeçerek mutluluğu yakalayabileceğim bir şey değil. Hem ne demiştik? Mutluluk konusunda benciliz hepimiz biraz. İyiliği yapınca mutlu oluyorsak, bu bile bencillik. Başkalarını düşünerek yaşadığımız hayatın zaten bize ait olamayacağını düşünürsek, bu pek yanlış sayılmaz.

İçimde kalan bir ton cümle var şimdi, hep ayrı tellerden çalan ve ancak yüz yüzeyken dile getirebileceğim. Sağım solum belli olmuyor pek, bakalım söyleyecek miyim? Kim bilir, belki bir gün Boğaz Köprüsü olurum. Belki de o tesadüfler köprünün uçlarını bizim ayaklarımıza bağlar. Belki tüm köprüler yıkılır, denizin ortasında karşı karşıya geliriz. Bence bu gidişle Satürn'de bile buluşabiliriz. Hayır demem.

7 Kasım 2016 Pazartesi

07.11.2016


Karşılaştırmak gibi boyumdan büyük bir işe kalkıştığımda annemin sözünü duyuyorum bir yerlerden, "İnsanları karşılaştırma, herkesin karakteri başka." Bu öyle bir şey değildi oysa. İnsanları tanıyabilen bir yapım vardı. Eminim, asla kurulmayacak, kurulabileceğine inanmadığım bir cümleydi o dudaklardan dökülen.

Yazarken ilginç kalıplar da kullanmaya başladım, çok güzel. Sanki Kürk Mantolu Madonna 2. Yakında onu da yaparlar kesin en sevdiğim ikinci romana. Neyse ki en bir sevdiğim onun kadar bilinmiyor. Sevdiğim her şeyin sevmemem için delicesine kirletildiği bir dünyaya onu öylece atamazdım. Ömrüm boyunca cevap veremediğim bir sorunun cevabını buldum ben. En sevdiğim tek şey Belle idi. Şimdi bu yüreğimin birinci sırasındaki kitap da girdi o listeye.

Sevdiği şeyler çoğaldıkça tedirginliği de artıyor insanın. En azından benim için böyleydi. Yeni anlıyorum aslını. Sevdiklerimiz değil, sevgimiz çoğaldıkça korkuyoruz. Başlarına bir şey gelmemesi için, hayatımızda kalmaları için. Pek hoş değil yani. Yük hatta, çünkü her kötü şeyde içimizi çökertiyor. Bir gün birini öyle sevmeyi yine de isteyebilir insan, ama sadece birini.

Her neyse, kaba bir tabirle; kimseyi haddinden fazla sevmemek bana da iyi geliyor. Kusursuz bir hayatım yok ama benim dileğim zaten kusursuz değil, kusurlarını da sevdiğim bir hayat. O yöne tam adımlarla ilerlediğimi de biliyorum.

01.11.2016


Bana inan, düşündüm gelmeyi
Ama üşendim, ve tükendim öyle
Bana güvenme, düzeltemem her şeyi
Huyumdan, yapımdan böyle
                                  Böyle-Deniz Tekin


Gerçek anlamda değişiyorum galiba. Bir kitap okudum ve hayatımı o kitaptan önce değiştirmeye başladığımı fark ettim. Bu iyi bir şey sanırım. Bir kitabın bir hayatı değiştirmesinden daha kalıcı ve gururlandırıcı bir şey bu.

Asla gurur yapabilen biri olamadım. İlk mesajı attım, haksız olmadığım halde özür diledim, özür almasam bile affettim. Şu gururdan bir ben anlamıyorum sanırım. Anlamıyor olmamı seviyorum. Aşırı gereksiz. Bazen falan lazım olmuyor işte. Gurur yapıp peşinden gitmediğiniz her şey, herkes sizi bırakıyor, siz de arkasından bakıyorsunuz. Belki de bu yüzden böyleyim. Birilerinin gurur yapmadığım halde gidişine şahit oldum. O gurur denen şeyi bu işe karıştırmak yapımda yok.

Gururu beceremediğim için gururlanmayı da abartamıyorum, kendimle gurur duymayı yani. Bence aşırı olumlu bir şey bu.

Hayatımı, kendimden başka bir şeyden yardım almadan değiştirebildim, daha doğrusu değiştirebiliyorum. Hala bir değişimin içinde olduğumu biliyorum. Daha bitmedi. Dönüşmekte olduğum kişiyi seviyorum. Galiba o kitap sadece başkalarını anlamama yardım edecek. "Yaparsam hayat amacım gerçekleşir." diye yazılan şeyleri çoktan yaptım zira.

He bir de... Ben Dünya, bununla da gurur duyuyorum.

28 Ekim 2016 Cuma

28.10.2016


Güldürür müyüm seni
Bıktırır mıyım bilmem
Baktırır mıyım yüzüme
Eğer güldürürsem...
                                Gömülür- Nil İpek


Hayatı izlediğiniz pencerenin manzarası değişir bazen, bunu herkes bilir. Ben çerçeveden bahsediyorum. Kolay kolay değişmeyecek bir gerçeklikten... Bir manzara mevsim değişiklikleriyle çok kolay değişebilir. Karlı bir Ocak gününden güneşli bir Temmuz'a dönebilir kolayca. Zaman yavaş geçmiyor, aksine yetişemiyoruz zamana. Çerçeve içinse durum farklı.

Öylece çerçeveden giriş yapmış olmam bana bile garip geliyor. Ne alaka diyorum, nereden çıktı bu çerçeve? Hissettiğim değişimi çerçeveden başka bir kelimeyle anlatmak istemediğimi fark ediyorum sonra. Benim çerçevem değişti, manzaram değil. Hala aynı yere bakıyorum ama farklı gözlerle. Önceden netleştirip odak noktası haline getirdiğim her şeyin yeri arka planmış aslında. Hani bilirsiniz, bir fotoğrafın arka planı o özneyi daha da öne çıkarmaya yarar sadece. Arka plan kötüyse bu dikkatinizi mutlaka çeker, yine de öne aldığınız o güzelliği görmezden gelemezsiniz. Hatta öyle arka planlar vardır ki o arka planın çirkinliği, öndeki sıradanlığı ilahi bir güzelliğe dönüştürüverir.

Hayat da bundan pek farklı değilmiş, yeni öğrendiklerimde bu ara. Herkesin hayatında kötü şeyler olur biliyorum. Mükemmel değiliz hiçbirimiz, mükemmellik diye bir şey de yok bence zaten. Mutlu olamıyoruz ama bunun sebebi mükemmel olamayışımız değil. Mutlu olamıyoruz çünkü başımıza gelen her kötü şey o fotoğrafın odak noktası. Bir ton kötü şeyi bir araya getirip güzel bir fotoğraf çıkarmayı bekliyoruz. Bir kaktüse sarılmak ya da oturacağımız yere bir iğne bırakmaktan farklı değil ki bu. Canımızı yakan şeyleri bile bile önceliğimiz yaparken arka planda kalan güzel şeyleri görmemek de biraz bizim suçumuz.

Hayatla ilgili tavsiye vermek pek benlik bir şey değil. Zira herkesin bir şeyler yaşaması gerektiğine, yaşamadan ne kadar anlatırsanız anlatın bunun asla anlaşılmayacağına yani kısaca "Bir musibet bin nasihatten iyidir." sözünü eden atalara inanan biri oldum hep. Bundan da hiç vazgeçmedim. Bu yüzden çok şey yaptım, başkalarının yapmamam için çabaladığı. Canım da çok yandı, çok düştüm, dizim de kanadı, kalbim de kırıldı. Yara bere içinde de kalsam yaşayarak gördüm görmem gerekenleri. Özellikle hafıza sorunu yaşadığım şu son günlerde, birilerinin ettiği nasihatler yerine yaşadığım şeyleri hatırlamak daha kolay geldi. O yüzdendir ki asla birine "Şunu yapma, böyle deme, şuraya gitme." demem. Bir insan içinden geleni yapmalı ki, "Ben bunu yaşadım." diyebilsin. Sonucu ne olursa olsun, bir şeyi yaşayarak görmek en iyisi çünkü.

Son zamanlarda sürekli hakkında bir şeyler yazdığım, neredeyse hayat felsefem olmuş bir sözü söylemeden geçmeyeyim, zira söylediklerimle fazlasıyla alakalı kendileri. "Bir şey sizi bir anlığına bile olsa mutlu ettiyse ondan pişman olmamalısınız." Çünkü bir şekilde, az ya da çok, içiniz gülümsedi ona. Dışlamayın, hayatınızın hatasıymış gibi görmeyin. Sizin yaşadığınız her şey bir parçanız çünkü bunu sokaktan geçen biri yaşamadı, siz yaşadınız. O anlık gülümseme sizin içinizden geçti, o pişmanlık dalgasının sizi ele geçirmesine izin vermeyin. Büyütün gülümsemenizi. Hepimiz yaşamamız gereken şeyleri yaşıyoruz ve inanın yaşadığınız her kötü şeyi, kaldırabileceğiniz için yaşıyorsunuz. 

Hayatınızın arka planının güzel olacağını, hep güzel kalacağını söyleyemem belki ama odak noktasını güzelleştirmek sizin elinizde. Çerçeveyi değiştirin yeter.





21 Ekim 2016 Cuma

11.10.2016

Cunda Adası-Ayvalık



Küçükken çok inanmıştım
Eğer çok istersen her şey mümkün
İnanmak zor değil
                                   Beni Sen İnandır-Pinhani


Yüzümde küçük bir gülümseme yaratan şeyleri seviyorum. Sonunun ne olacağı, nereye gideceği önemli değil. Ben "o an"ı seviyorum.

"Bir şey sizi bir anlığına bile olsa mutlu ettiyse, ondan pişman olmamalısınız." diye bir söz duymuştum. Son zamanlarda buna göre şekillendiriyorum hayatımı ve şimdiden çok kez mutlu oldum. Pişmanlık denen şeyle pek yakın ilişkim yoktu ama artık hiç takmıyorum geçmişte ne olduğunu.

Affetmenin mümkün olmadığını düşünürdüm. Kindar bir yapım vardı, yine de sonra dönüp insanları o kusurdan vuramadım, hep kendimi yedim durdum. Hala unutmadığım, unutamayacağım şeyler var elbet ama affediyorum. Hayat bir şeyleri içimizde nefrete dönüştürmek için çok kısa.

Ne geçmişe saplanmak ne de sürekli geleceği planlamak mutlu ediyor. İkincisini yapmaktan hala kendimi alamasam da anı yaşamaktan geri kalmıyorum. Bir anda karar verebilen biri olarak zorlanmıyorum bunda da. Gerçekten daha iyiyim.

Öğrendiğim bir şey daha var. Yanımızda olacak insanları biz seçmiyoruz, yanında olacağımız insanları biz seçiyoruz. Ve kimin ne söylediği hiç önemli değil. Ayıpmış, adetmiş umursamamak lazım. Ben buyum diyebilmek. Sırf aile bağın var diye birini, tamamen yabancı birinden daha çok sevmen gerekmiyor mesela. Ailen birileriyle görüşüyor, bir yerlere gidiyor diye eşlik etmen de gerekmiyor, en azından 20 yaşındaysan. Bunun farkında olmak bazen acı verici olabilse de, savaşmak lazım.

Bana gelirsek, öyle kanlı bir savaşın içinde değilim. Ama bir şeyler için çabalıyorum. Hayatımı güzel bir yere iteklemek için uğraşıyorum. Kendimi bazen hiç olmayacak yerlerde, hiç olmayacak kişilerle bulsam da vazgeçmeyeceğim. Her şey kendi kendine yoluna giriyor zaten.

14 Eylül 2016 Çarşamba

14.09.2016

Balıkesir
Üzgünüm deniz burdan görünmüyor ama
Balıkların hepsi hala hayatta
                             Senede Birkaç Gün-Yüzyüzeyken Konuşuruz

              Olur da dinlerseniz... Öyle işte.


Bir şeylerin yolunda gitmesi ya da gitmemesi fark etmez bazen. İçinizde tuhaf bir his oluşur ve siz o his yüzünden bile güzelleşebilirsiniz. Kalbinizin temizliğinin, içinizin rahatlığının bir ilgisi yok bununla. İnanın, düşündüğünüz hiçbir şeyin ilgisi yok bununla. En azından bende yok. Hayatımın güzel bir yöne döndüğüne dair şeyler de hissetmiyorum öyle. Tek hissettiğim o tuhaf dediğim şey. Tek hissettiğim bir şeylerin doğru gideceği. Belki gitmez, her şey tepetaklak olur belki. Belki aklınızdan geçen hiçbir şey doğru değildir aslında, hani olur ya bazen öyle şeyler. Her şey üst üste gelip tepenize çökecek belki.

Ama o anlık hislerin hep en önemlisi olduğuna inanırım ben. Birini bir an bile olsa sevmediyseniz mesela, onu ne kadar uzun süre sevdiğinizin gram önemi kalmaz. Çünkü bir anlığına da olsa geçmiştir o sevgisizlik içinizin duvarlarından. Bir şeyi hissediyorsanız, onu hissetmeniz gerekiyordur demek ki. Neden öyle hissettiğinizi düşünüp yormayın kendinizi. Onu hissetmiş olmanızın nelerin önünü açıp nelerin önüne set kuracağını bilemezsiniz. Sizi kurtarmış da olabilir, derin bir çukura itmiş de olabilir. Önemli olan onu yaşamış olmanız. Sonuçta siz o hissi yaşadınız ve nasıl hissettirdiğini anlatamasanız bile biliyorsunuz. Tekrar yaşayacak olursanız daha ilk salisesinde anlayacaksınız onun ne hissi olduğunu. Bir ton soru işaretinin noktaya dönüşmesi demek bu.

Tüm bu söylediklerimin yukarıdaki şarkıyla ilgisi ne bilmiyorum. Bunu kimin okuyacağına dair en ufak bir fikrim de yok. Okuyan herkes kendine bir şeyler seçsin işte. İlla bir cümle olmak zorunda değil bu. Bir kelime bile yetebilir bazı şeyler için. Ben şarkıdan seçiyorum, "yüzyüzeyken". Gerisini biliyorsunuz zaten.

7 Eylül 2016 Çarşamba

07.09.2016


I swear it will get easier
Remember that with every piece of you
                                   Photograph-Ed Sheeran


Sizin hayatınızın objektifi nereyi görüyor? Başınızı nereye çevirirseniz değil, kalbinizi nereye çevirirseniz orasıdır objektifiniz. İçinde yaşadığınız evren bir kere karardı diye asla güneş doğmayabilir, kabul. Zaten her zaman ay ışığını tercih ederim ben. Güneşi, altını, altın rengini barındıran öğeleri hiç sevemedim. Küçüklüğünde kıyafetlerinden en sevdikleri gri ve lacivert olan biriydim. Kimse benden parlak renkleri sevmemi beklemesin. Küçüklüğümden belliymiş benim gecenin ay ışığına aşkım. Gümüşü sevdiğimden belki de hep sükut yerine sözü seçmem.

İçinde olduğunuz o evren kararsa, tek bir soluk ışık dahi kalmasa ve gözlerinizi kapatmanız bir fark oluşturmasa dahi kalbinizi dinleyin. O nereye dönmek isterse oraya çevirin ayaklarınızı. Açtığınız gözleriniz o ışığa alışmakta bir süre zorlanacaktır hatta kapatmak isteyecektir kapaklarını. Yürümeyi öğrenirken kim düşmedi ki zaten? Kapatmayın gözlerinizi. Mutluluk, huzur ne kendiliğinden gelir ne de sizin onu kovalamanızla.

Şimdi, ışığa gözlerim alıştıysa ama yine de hala gerisin geri dönüp kaçma dürtüm canlıysa, huzura çok uzak olmamam lazım. Deniz dalgalarının sesini duyun, yağmurun sesini hatta seviyorsanız bir gökkuşağının sesini duyabilirsiniz. Ben sevmem. Ama kar tanelerinin düşüşünü duyarım o en sevdiğim resimde mesela. Objektifinize alabildiğiniz her şeyin sesini duyabilirsiniz zaten, yeter ki kalbiniz ona dönsün.

26.08.2016

Cunda Adası/Ayvalık

I feel the achin’ through my body
It just takes a big ol’ part of me
To be lettin’ you go
I wished it weren’t so…
                            Tell Me Goodbye-BIGBANG


Sevmek? Ne demek ki bu? Kişiye göre değişmez mi anlamı? O zaman nasıl çok kolay birini sevdiğini söylemek? Sen seviyorum diyorsun mesela, tamam. Ama onun sevgi anlayışı bu değil belki. Sevdiğine inanmazsa bu yüzden onu suçlayabilir misin?

Sevgiyi anlamlandırışı bizimle aynı olmayanları seviyoruz, sonra da sevilmeyişimize ağlıyoruz. Kimi seveceğimizi seçmeyi beceremiyoruz. Çünkü artık bunun da bir seçim olduğuna inanıyorum ben. Aşırı beceriksiziz galiba.

Çağa uyum sağlayamayanlar var bir de, benim gibi. Çağın bir parçası olmuş, olabilmiş kişileri görüp onlar gibi olmayı yine de istemeyenler. Yaşadıkları, en azından ruhlarının yaşadığı o çağdan memnun olanlar. Anlamıyoruz bu 'modern' sevgi anlayışını. Matematik bile daha anlaşılır geliyor birçoğumuza.

Çoğul konuşuyor olmam, benim gibilerin var olduğuna inandığımı göstermez tabii. İnanmayı istesem de şımarık bir çocuk misali durmadan vazgeçiyor içim. "İnanmıyorum ben ya, bitti o insanlar." deyip duruyor. Mevzuyu dönüp dolaştırıp gemi muhabbetine getiriyor, ama o gemiyi bir türlü getiremiyor.

Hayatı bekleyen insanlar, yani gerçekten hayatı bekleyenler içindekileri değil, asla vazgeçmiyor o gemiden. Asla gelmeyeceğini bildiğin şeyi beklemek, o kadar da abartılacak şey değil canım. Hayatını kaybetmiş birini beklemek gibi. O hiç gelmese de, bir gün sen gidiyorsun zaten.

23 Ağustos 2016 Salı

23.08.2016


When everyone's perfect can we start over again
                                                             A Little Braver-New Empire


"Bak, dünya benim evim değil ama ben sana sığınıyorum."

Çaresizlik kokan cümlelerde bu hafta... Ait olmadığımız bir yerdeyken hep içimizde sakladığımız bir duygu bu. Bilmediğimiz yerlerden çok, tedirgin hissettiğimiz yerlerde peşimizi bırakmaz içimizdeki sığınmacı taraf. Her sokağını biliyor ama yine de tedirgin oluyorsun bazı yerlerden geçerken. Dünya'ya ait hissetmemek, bunun on katını beraberinde sürüklemek. Nefes aldığın her dakika, en azından Mars'a ya da benim istediğim gibi Satürn'e gidişin kolay bir yolu bulunana dek, tedirgin olursun. Dünya'da seni rahatlatabilecek Şeyler okuduğun kitaplar veya, eğer yazıyorsan, cümlelerindir. Kitapların her biri farklı bir dünyada geçiyordur çünkü ve o dünyaya gitmek, onların arasında olmak tedirgin etmez seni. Daha iyisiyse yazıyor olmandır. Kendi oluşturduğun dünyada nefeslerini düzene sokabilirsin çünkü. Hiç durmadan seni dürten tedirginliğin, bir yerlere sığınma talebin yoktur. Kendini o dünyanın sahibi gibi görebilirsin çünkü öylesindir zaten.

Tedirginliği dibine kadar yaşadığınız bir yerde ise birine sığınmak biraz da teslim olmaktır aslında. Onun size zarar verebileceğinden emin olup da üzerine gitmektir. Çünkü tedirginliğin kaynağı zarar görme düşüncesidir ve bile bile korkunuza yürürsünüz.

Korkuların, acıların üzerine gitmemizi kim söylediyse yalan söylemiş bence. Acıyı sonuna kadar yaşamadan onu kafanızda bitiremezsiniz ama hiçbir korkunuz da üstüne gitmekle kaybolmayacak. İçinizde bir yerlerde ondan korkmaya devam eden yanınızın ağzını bantlayacaksınız sadece. Belki çok hareketliyse iplerle saracaksınız etrafını. Çünkü siz kendinizi "Ondan korkmuyorum." diye kandırdınız.

Hayatınızın bir evresinde o bant yapışkanlığını yitirecek. Hareket etmesin diye sımsıkı bağladığınız ipler de yıpranacak. O korku bir gün oradan çıkacak. O gün geldiğindeyse çok daha büyük korkacaksınız.

O yüzden demem o ki, yürümeyin korkunuzun üstüne falan. Bırakın kalsın bir köşede. Sessiz sakin devam etsin gezintisine. Hapsedilince hırçınlaşıyorlar çünkü.

11 Ağustos 2016 Perşembe

11.08.2016

Florya-İstanbul-Mayıs 2016

The only thing I have to do in life is die.
Everything else is a choice, including breathing.
                                                                 G-Dragon                                                                                         

Çok şizofrenik gelebilir kulağa ancak, kendimden bile gitmek istiyorum. Kendi hayatımın o gıcırdayan, kırık camlı kapısını açıp çıkmak ve o kapıya dışarıdan mühür vurmak istiyorum. Geri dönmeyeceğim, yine de kimse giremesin içeri.

Uyuyamadığım son zamanlarda kendime sıkça sorduğum bir şey, gider miyim başımdan? Her dalışımda küçük bir çocuğun sabırsızlığı ama büyük birinin öfkesiyle dürtüyor beni. Kızıyorum. Kendi sabırsızlığıma yine kendim sinir oluyorum. "Bir daha seni bir yere götürmeyeceğim." diyorum sık sık. Kapıdan çıkarken yine kıyamıyorum.

Sadece tek bir gün unutsam diyorum. Anahtarını evde, telefonunu işyerinde hatta çocuğunu arabada unutanlar var. Kendimi unutsam ne olur ki? Bir kere de yanıma almayayım kendimi, ne olabilir ki en fazla?

"Hayatta yapmak zorunda olduğum tek şey ölmek. Geri kalan her şey birer seçenek, nefes almak bile." diye bir söz duymuştum. Her şey seçimlere bağlıyken kendimi bırakıp gitmek ne derece mümkün? Seçim yapacak yanını bırakırsa yolunu kaybetmez mi insan? Artık seçmediğimiz şeyler de vardır aslında. Hatta ben seçmiyorum, benim için seçilmiş diyen bir ton kişi bulabilirim. Ama bir kere seçtiğimiz bir şey, fikrimizi değiştirmediğimiz sürece rutine bağlıyor işte. Her gün eve yürüdüğümüz o sokağı değiştirmek istesek bir alt sokaktan yürümemize kim seçim değil diyebilir? Seçiyoruz. Aldığımız nefesi bile doğduğumuz an almayı seçtik, sonra rutine bağladı. Nefes almaktan vazgeçersek de sadece nefes almamayı seçmiş oluyoruz, ölmeyi değil. Sadece nefesimiz kesilmiş oluyor, nefes tutmayla ölen olduğunu duymadım ben.

Kaçamayacağımız an geldiğindeyse ölmemeyi seçemiyoruz. Ölüyoruz sadece ve yapılacak seçimlerimiz bitiyor, mecbur olduğumuz tek şey gerçekleşiyor.

5 Ağustos 2016 Cuma

05.08.2016


언제부턴가
하늘 보다 땅을 바라보게
숨쉬기조차 힘겨워
손을 뻗지만 누구도
잡아 주질

                            Loser - BIGBANG


Hani şey gibi, kaybettiğin bir şeyi yıllar sonra bulmak gibi. Ondan tek farkı mutlu etmiyor olması. Aksine fazla üzücü bir mevzu bu. Bunca zaman geçmesine rağmen birden böyle yakalaması üzücü.

Aynı şarkıya takmış olmak, biriyle aranızdaki en güzel tesadüf olabilir. Onun bir zamanlar o şarkıyı dinlemesi, o zamanlar grubun sadece o şarkısını kişisel radyosunda çalması ve sizin bunu bilmeden o şarkıya aşık olmanız dünyanın en tatlı karşılaşmalarından biridir belki de. Çünkü şarkı zevklerinizin benzemesi pek kolay çıkmaz insanın karşısına. Şarkıların aşırı önemli olduğuna inanırım. Müzik zevkim biriyle yan yana bile geçemiyorsa asla ısınamam o kişiye. Isınamazsınız yani, içiniz kabul etmez o kişiyi. Bir yerde patlar o. Sonradan sevilebilen şarkılardan, türlerden bahsetmiyorum. Zaten onu sevecek bir içiniz vardır öyle bir durumda.

Ama böylesi bir tesadüf cidden en güzellerinden biri. Üstelik onunla çok daha tatlı tesadüfler de barındırıyoruz. İşin korkutucu tarafı da bu. Bir ton zaman geçmiş, sizin içiniz geçmiş ama bir şey sizi tutuyor. Şefkatle, sevgiyle değil; canınızı koparırcasına tutuyor. Siz uçurumun kenarındasınız ve o sizi sıkı sıkı tutuyor. Ne güzel, değil mi? Çünkü herkes ister onu kurtaracak, koruyacak birini. Peki ya siz o uçurumdan düşmek istiyorsanız?

20 Haziran 2016 Pazartesi

24.05.2016

(Florya)


















Belki de en güzeli,
14 yazın sonunda
Derin bir ah çekip,
Her yaza kış uyanmak.
                              Belki-Ali Atay


Keşke sesini hiç duymasaydım dediğim akşamlar var benim. Adımı söyleyişine bile bambaşka anlamlar yüklemeseydim. Hiç karşılaşmasaydık belki de. Dünya üzerindeki varlığından bihaber olsaydım.

Ama öte yandan düşünüyorum da, bizim karşılaşmış olmamız değiştirmezdi ki bir şeyleri. Karşılaşırdık ama tek kelime etmeden dağılırdık kendi dünyalarımıza. Üzerinde düşünmeden, derine inmeden.

Sesinde bir şey vardı senin. Kulaklıklarım kulağımda olsaydı ya da daha iyisi sağır olsaydım duymazdım hiç sesini. Sende acı yok, geçmişinin ağırlığı yok senin sesinde. Aksine dolu bir geçmiş, acılı bir hayat özlemi çekiyor sesin. Sesinde hasret var, derin bir hasretin var. Keşke bilebilseydim sebebini.

Sesin derya deniz senin. Ve ben koparamıyorum kendimi o manzaradan. Gidebildiği tek derin yer kendi içiyken, deniz sesli birini nasıl korkmadan sever ki insan? Engel olunmuyor bazı şeylere, set kurulmuyor önüne. Ama keşke... Ya da neyse.

10 Haziran 2016 Cuma

İzmir...


İzmir bilir ya
Fallar çıkmaz ya
Kimse bilmez ya
Ben de kül oldum yandım
                               İzmir Bilir Ya-Aslı Güngör&Enbe Orkestrası


Adımını atmasıyla pek bir şey değişmemişti. İzmir’in Buca’sı onun için, İstanbul’un kenarda kalmış, değersiz mahallelerinden biri gibiydi. “İzmir bu mu yani? O kadar övdükleri şehir burası mı? Böyle mi her yeri?” diye saydırdı içinden bir anda. Umut etmekten hiç vazgeçemiyordu yine de. Aşırı umutlu olması getirmemiş miydi onu bu günlerine zaten?

Buca’dan ayrıldı kısa bir süre sonra ve arada tek bir bağ oluşamamıştı bir türlü. Zorluyordu ilerledikçe kendini bu şehri sevmek için. Sevememişti, farklı gelmemişti ona. “Bir İstanbul değil ki.” demişti bile çoktan. Arabayla caddelerin arasından ilerledikçe hissettiği tek şey yanındaki kan bağının sıcaklığıydı. Arabayı bir yere bırakıp yürümeye karar verilmişti, o fark etmeden oluyordu her şey. Onun tek aradığı bu şehre dair içinde bir şeyler hissedebilmekti.

Sahile vardı, Gündoğdu meydanına. Göz göze geldiği denizle, yutkundu. İstanbul’da da deniz görmüştü, ne vardı bunda sanki? Denize nazır bir okula gidip geliyordu sürekli. Bir deniz nasıl onu etkileyebilirdi ki? Üstelik tüm o yüklerden kaçmak için gelmemiş miydi? Boğaza benzer tek bir yanı olmasa da, deniz denizdi işte. Kıyı boyunca yürüdüler, onun tek kelime edecek hali kalmamıştı. İçini dökmeye geldiği şehirdi burası, ama içini dökecek hali yoktu. Yolculuktan yorulmamıştı, aç da sayılmazdı. Ama sanki doğru zaman için bekletiyordu onu bu şehir. Daha ilk günden içini dökmeye niyeti yoktu onun da zaten.

Daha geldiği ilk günden bir ton yol yürümüş, vapur iskelesinin oraya varmıştı bile. Binip kaçası gelmişti yine, İstanbul’dayken de peşini bırakmazdı bu his. Binip gitmek isterdi, belki daha dönmemek. Gitmedi o gün. Oturdu, gecenin bir yarısı masada dönen muhabbeti dinledi. Kan bağıyla konuştu arada, gerçi konuşmadan da anlaşabiliyordu onunla. Geç oldu, otel odasının sessizliğinde uykuya daldı onunla gelenler.

Uyumadığını bile bile uzun bir süre kapalı tuttu gözlerini. Belki beynini kandırabilirdi, uyurdu böylece. Beyniyse tüm numaralarını bildiği bu kıza gülüyordu kesin. Oflayarak açtı gözlerini. Üst katta topuklularını odanın bir ucundan diğer ucuna taklatan kişiye sinir oldu bir süre. Gecenin bu saati dans mı ediyordu odada bir başına? Topuklu sesleri kesildiğinde de uyuyamadı. Oturdu yatakta. Son baktığında saat beşe geliyordu. Yedideki alarm sesine açtı gözlerini.

Şehre geldiği ilk sabahını ve gündüzünü kan bağı olmadan geçirmek zorundaydı. Eski tanıdıklarla geçen bir günün ardından, saat beş civarında Karşıyaka turunda karar kılınmıştı bile. Aşık olduğu vapur yolculuğuna bir de kan bağı eklenince keyfi yerine gelmişti yavaştan. Ama hala doluydu içi. İzmir’deki tanıdıkların söylediklerinden dolayı Bağdat Caddesi duyumlu, kendi tespit ettiği şekilde ise Bakırköy görünümlü Karşıyaka’yı öyle çok da sevmedi. Sıkıcı geldi ona, Bakırköy’ü de sevmezdi zaten. O yolculukta tek sevdiği vapura binmek olmuştu.

Eve dönmek olarak tanımlamaya başladığı Kordon’a döndüğünde içi daha rahattı. Burası sıkıcı değildi, hayat doluydu ama İstanbul gibi yormuyordu. Bir yerlerde oturup sahile dönüldü tekrar. Denize yaklaştıkça içi rahatladı. Birinin kalbini dürtmesiyle de anlatmaya başladı içindekileri. Denizin dibinde oturuyor olmak iyiydi; ağzından çıkanlar karşısındaki kan bağına, içinde kalanlarsa göstermeden denize dökülüyordu. Anlatacakları bitti, şimdi sadece aklına sonradan gelen detayları ekliyordu. Lafının ortasında bir yerlerde, anlattıklarına kendi kendine yorum yaptığı bir sırada denizle karşılaştı. Yerinden fırlayan kan bağının nereye gittiğini anlayamadan, o geri dönmüştü bile. Elindeki mavi pakete baktı şaşkın şaşkın. Açıldığında ise ne olduğunu anlamıştı.

Hayatı boyunca özel olarak nitelendirdiği şeyler olmuştu hep. Bazı şeyleri paylaşacağın kişi önemliydi, öylesine biriyle paylaşılacak kadar değersiz olmamıştı bazı şeyler onun gözünde. Mesela dönme dolaba hiç binmemişti, hiç dilek balonu uçurmamıştı. Bunları birlikte yapacağı kişilerin önemli olması gerekirdi. O mavi dilek balonu paketten çıktığında tek bir an düşünmedi. Karşısındaki kişi öylesine biri değildi ki, hiç öylesine biri olmamıştı. Kan bağıydı o. Kan bağı kadar güçlü bir ruh bağı vardı onunla arasında. Bir süre uğraştılar dilek balonuyla. Uçmamakta kararlıydı ancak bir şeyin yükselmesi için onu yukarı itmek gerekirdi. Gecenin karanlığında parlayarak ilerideki kırmızı bir balona doğru uçtu. Onunla birlikte söndü ve yavaşça indi bir evin çatısına. O gece yukarıdan ses çıkmıyordu ama yine de uyuyamadı.

Ertesi günün ilk yarısını can sıkıntısı içinde geçirdi. İzmir’e gelmiş olması alışveriş merkezlerinden kurtaramamıştı onu. Öğleden sonrasını Forum Bornova’da harcayıp akşam yemeğinde tanıdık bir eve konuk oldu. Forum Bornova’yı da bir yere benzetmeyi başarmıştı tabi, Afyon’daki Afium’a. Geldiğinden beri kaçıncı benzetmesi olduğunu sayamıyordu. Otele döndüğünde, uzun zamandır ilk defa bu kadar gezdiğini fark etti. Ertesi gün Çeşme’ye gidecekti. Heyecandan olsa gerek, yine uyumadı.

Sabahtan yola çıkıldı, varacakları ilk durak Urla olmuştu. Sevilmeyecek yer değildi Urla, ama sadece kıyı şeridinde şöyle bir tur atabilmişti. Daha gezecekleri yerler vardı. Bir çay içimlik sürede ayrıldılar oradan.

Bir sonraki durak Alaçatı olmuştu. Orada sörf öğrenen birkaç yetişkin ve yüzmeye gelen bir grup küçük çocukla karşılaştılar. Urla’dan aldıkları boyozu yerken hem tanıdık hem yabancı bir tat kaldı ağzında, anlam veremedi. Farklı ve güzel olduğu doğruydu ama aslında o kadar farklı mıydı gerçekten? Alaçatı kıyısını terk ederken ne zaman o övülen Alaçatı’ya gidileceğini merak etmeye başlamıştı bile.

Çeşme’ye ulaşmış ve bir plajda yer bulmuş olmalarına rağmen direndi, girmedi denize. Hiç sevememişti denize girmeyi, yüzmezdi de. O günse yerinden kalkıp da kıyıda yürüyecek kadar bile hali yoktu sanki. Biraz uyukladı güneşin altında mayışırken. Yüzen tek bir kişi yoktu, herkes muhabbet ediyordu denizin ortasında. Kıyıdan uzaklaşsalar da bellerini geçmiyordu su bir türlü insanların. “Demek ki buranın denizi böyle.” dedi içinden. Acaba kandırıyor muydu bu deniz de? Bazı denizlerde su yavaşça derinleşirdi. Bazılarıysa belli bir yere kadar sığ gider, birdenbire boşluğa düşürürdü. O uçurumlu denizlerden miydi bu da? Burası koy sayılırdı gerçi, ne kadar derinleşirse derinleşsin açık deniz gibi olmazdı.

Çeşme’den ayrılırken pişman olmadı suya girmediğine. Yüzmeye gelmemişti ki o, kafasını dağıtmaya gelmişti. Hem yüzmek onun işi değildi. Kontrolü suya bırakmak, düşündükçe bile ürpertiyordu içini. Her ne kadar yüzmek için kendi kontrolüne ihtiyacı olsa da, suyun onu taşıması kendini bırakmasıyla olmayacak mıydı? Bırakmazdı kendini hiç. Bacağına girebilecek en ufak kramp, gözden kaçırılan tek bir an bile onu ürkütmeye yeterdi.

Arabanın tekerlekleri plansızca Çiftlikköy’e sürülürken, içindeki Alaçatı merakı artıyordu. Akşam çökmek üzereydi ve dağın başında bir yere ilerliyorlardı. Park edip indiklerinde, aklındaki Urla’yı gördü. Belki Urla’nın merkezine gidememişti ama onun hayalinde canlandırdığı Urla’ya çok benziyordu burası. Sakindi, huzurluydu. “Ama daha çok köy gibi.” diye devam ettirdi düşüncesini. Yaşanılacak yer sayılmazdı doğrusu, ancak yazları en çok bir ay kalınacak yerdi.

Sonunda beklediği yere ulaştılar. Tam da beklediği gibiydi Alaçatı. Evleriyle, sakinliğiyle… Derken kalabalığın içine daldılar bir anda. Akşam gitgide çökerken Alaçatı’da metrekareye düşen insan sayısı da artıyordu. Gitmeyi istediği o dondurmacıyı bulamayacağını bilerek yürüdü Alaçatı sokaklarında. İzmir’in ilk kumrusunu da Alaçatı’da yedi. Gece kalabalığından içi sıkılarak, İzmir’in zehir zemberek sıcağında beş kilo makyajla gezen kızlara baktı şaşkın şaşkın. Bir insan ne kadar alışsa da nasıl bunalmazdı o makyajla? Geceyi Buca’da bir tanıdığın evinde geçirdi, yine uyumadı.

Sabah erkenden kalkıp Kaynaklar’a kahvaltıya gittiler iki arabayla. Arıların gazabından sakınarak, yanan kahvelerin dumanlarını havada savurarak zar zor yaptılar kahvaltıyı. Tanıdıklardan ayrılıp İstanbul’dan getirdikleri ve kan bağıyla devam ettiler yola. İlk durak Meryem Ana Kilisesi’ydi. Geleneklerden sapmamak için mum yaktı, ama mumu dikerken diğer mumları üflememek için zor tuttu kendini. Üflerse de linç edilirse diye korkarak uzaklaştı mumların yanından. Bir sonraki durak Efes olabilirdi, eğer Efes bir ticarethaneye dönüştürülmeseydi. Sıcağın altına öylece bırakılmış atların çektiği o faytona binmemek için diretti, Adalar’da yaşadığı anıları depreşti. Atları ölümüne kırbaçlayan bir faytoncunun arkasından, “Öbür tarafta da seni öyle kırbaçlayacaklar!” diye bağırdığı geldi aklına. Bu sefer güçlükle tuttu dilini ama içinden saydırdı durdu oradaki herkese.
Şirince’ye döndü bu sefer arabanın direksiyonu. Küçük, sevimli bir köyün ne kadar popülerleştiği ve zorla sevimliliğinin alınmaya çalışıldığıyla yüzleşti. Şirince’nin taşlı yokuşlarından inip çıkarken spor ayakkabı giydiği için şanslıydı. Sıcağın etkisiyle mayışan bedenini karadut suyu canlandırabilmişti ancak.

Biraz yorgun bir halde dönüş yolundayken akşama gidiyor olmasının hüznü sardı birden. Gitmek istemiyordu, İstanbul onu fena halde yormuştu. Burada deli gibi gezmiş, dört günde neredeyse hiç dinlenmemiş olabilirdi. Ama sadece bedeni yorulmuştu işte. Ruhu yorulmadığı sürece, bedeninin tek bir söz hakkı yoktu üzerinde. Kaçtığı her şey o şehirdeydi ve onlarla yüzleşmeyi hiç istemiyordu.
Aklında tüm bu düşüncelerle İnciraltı’na geldi. Sahilde yürürken ruhunu saran hüznü dışa yansıtmaktan nefret ediyordu. Kimsenin aklından geçmeyen o gitmeme isteğini kan bağı dile getirmişti. Ruhunu okuyabildiği için bir kere daha minnettar kaldı ona ve bu minnettarlıkla nasıl başa çıkabileceğini bilmiyordu. Kimse ruhunu okumazdı ki onun. Böyle bir şeyle karşılaşınca ne yapacağını bilemiyordu o yüzden.

Buca’ya, kan bağının evine gittiler hep beraber. Kısa bir süre sonra başka bir tanıdık nedeniyle yine dışarıda buldu kendini. Saat ona kadar dışarıda oturmaları sabah dönüşlerini doğrular nitelikteydi. Kafa dinlemeye geldiği İzmir’de, son akşamını Mat 2 çalıştırarak geçirmesine sevineceği aklının ucundan geçmezdi. O gece de tabi ki uyumadı. Sabah dörtte evden ayrılırken neler olduğunu bile sonradan hatırlıyordu. Dört günde toplam en çok 7 saat uyumuş olmalıydı. Sersem sersem veda ettiğini, kan bağının “Sen sıranı savdın. İstanbul’a gelme sırası bende artık.” dediğini parça parça hatırladı önce. Sonra yapboz gibi birleştirdi parçaları.


Şehre veda ederken öyle süslü cümleler kurmadı. Süslü cümleler, süslü şehirler içindi. “İzmir’den bir Dünya geçti.” dedi içinden. Klişenin dibine vurmasının uykusuzluk olduğuna kanaat getirdi hemen ardından. Farklı bir söz bulamadı edilecek, geri geleceğini biliyordu. Ne de olsa ruhunun birazını bu denize dökmüştü, dalga da yoktu. Ne kadar uzaklaşabilirdi ki?

27 Mayıs 2016 Cuma

25.05.2016


Kediler hiç uyumadı
O sokağa hiç uymadı
Belediyeler koymadı
Işıkları kedi için koymadı
                                  Beni Mars'a Götürsene-...


"Hadi gidelim."
"Nereye gidebiliriz ki en fazla?"
"Mars'a."

Senin tek derdin hangi şapkanı alacağın olsun. Sonra karar vereme, dengesizliğin tutsun, bırak tüm şapkaları. Sabaha doğru uyuyakaldığında ben hepsini gizlice geri koyayım bavula. Çocuklar gibi sevin sen de, çocuk gibi sarıl bana. Sadece sarılalım biz, herkes başarır öpmeyi, bizim başarımız sarılmak olsun.

Tam kapıdan çıkacakken ağır gelsin bavul. Sıkılalım. Saate bakalım. Mekiği kaçıralım, bir sonrakine binsek de olur. Boşaltalım bavulu, sadece sırt çantalarımızı alalım. Senin şapkaların sığmasın çantana, birazını benimkine koyalım. Kim ne yapsın uzayda makyaj malzemesini. Alerji ilaçlarını unutmayalım ama, belki kediler vardır orada da.

Apartmandan çıkalım, kapının yanındaki kedi maması dolu poşetlerden birini çalalım, oradaki kediler yememiştir hiç bunlardan. Vapur kalkmak üzere olsun, kornişini çalsın. Koşalım ama yetişemeyelim. Üzülmeyelim, elimi tut. Sen elimi tutarsan üzülmem zaten. Gelen vapura ilk biz binelim. Rüzgar olsun, açık havada oturalım. Üşüsem de açıkta oturalım. Sen bana sarıl, ellerimi tut. Hep soğuk olan ellerim ısınsın sen tutunca.

Sonunda yetişelim mekiğe. Biraz ayıplar gibi baksınlar bize, umursamayalım. Birbirimize bakalım, gülümseyelim. Sen yine elimi tut.

O aptal uzay kıyafetlerini getirsinler. Bembeyaz kıyafetlere bakarken, sen "Bunun siyahı yok mu?" diye sor. Yine ayıplasınlar bizi, salak salak gülelim. Senin yanakların diş çektirmiş gibi görünsün o başlığın altında. Kendi halimden bihaber, güleyim haline. Sen hep güzel bak.

Yer çekimsiz ortama girelim, elimi tut. Dengemiz bozulursa birlikte bozulsun. Mekik iniş yapamasın, Mars da İstanbul'a dönmüş olsun iyice. Birkaç tur daha atalım çevrede. Camdan bakalım iş çıkışı metrobüsüne benzeyen gezegene. Vazgeçelim o an inmekten. Uzay kıyafetleriyle gezegene atlayan kişiler "İnmiyor musunuz?" diye sorsunlar. Cevabı beklemeden terk etsinler mekiği.

"Satürn'e çek kaptan." de birden sen. Mekiğin bilgisayar sistemine minibüs şoförü muamelesi yapmana mı güleyim, en sevdiğim gezegene gitmek istemene mi sevineyim, emin olamayayım bir türlü. Yüzümde salak bir sırıtışla bakakalayım sana, gözlerimiz kesişsin. Sen elimi bırakma.

26 Nisan 2016 Salı

Aile Nedir? Kimlerden Oluşur?


Bu anlatılabilecek kadar kısa bir öykü değil aslında. Çok kısa denilebilecek bir zamanda hep orada olduğunu bildiğim ama ancak bulabildiğim bir ailenin öyküsü. Oturup şöyle başladı, böyle oldu diye anlatmayacağım tabi. Ama bu blogla başlayabilirim.


Blog açma fikri uzaktı hep bana. Ben yapamazdım, elbet biri okumasa diğeri okuyacaktı yazdıklarımı. Onlar benim özelimdi, içimden bir parçaydı, öylece paylaşacak mıydım?


O gün, yani atölyeye başladığım gün yazımı okumamın ardından yapılan yorumlarda bereli birinin "Bunları yayınladığın bir yer var mı?" diye sormasıyla duraksamıştım. Yoktu. Hepsi içimde kalıyordu. Bunun ardından "Blog aç bence." gibi tam kaynağını hatırlayamadığım bir iki söz daha duydum beynimde yankılanan.


Eve döndüğümde ilk işim bloğu açmak olmuştu. Çünkü inanmıştım; tanıdığım veya tanımadığım, kime denk gelirse yazılarım, tedirgin olmayacaktım. "Kim ne düşünür?" sorusunu bırakmalıydım. Bunlar benim yazılarımdı ve benim hissettiğim bu şeyler başkasının düşüncelerinin önündeydi. Açtım ve böyle devam etti işte.


Atölye başlarken düşündüğüm şey; bir şeyler öğrenmek, yazmak ve hocaya teslim etmekti. Bunu yapacağımıza kendimi inandırmıştım. Ama her gün olsun istediğim, yazdıkça rahatladığım ve okudukça huzursuzluktan ziyade huzur getiren bir şey oldu. Önyargı kötü biri. Hepimizin hayatında da az çok var.


Aile... Bu dört harfli kelimenin tek anlamı anne, baba ve çocuklardan oluşan, toplumun en küçük birimidir gibi bir şey olamaz. İçinde kendimiz olabildiğimiz, mutluluğu olduğu kadar mutsuzluğu da paylaşabildiğimiz bir şey bence aile. Bizi iyimizle kötümüzle seven ve aynı şekilde sevdiğimiz kişilerden oluşan bir şey.


Gelelim ailenin üyelerine. Hocamız, daha doğrusu ekip başımızla başlamak istiyorum. Hep benden daha enerjik, daha coşkulu oluşuyla gülümsetti beni. Anlattıkları bir öğretmenin katılığından çok bir annenin şefkatiyle işledi içime. Onu beynimle değil kalbimle dinledim hep. Söylediği tek bir cümle tüm yazılarımın parolası oldu, ben bile söylemeden giremedim içlerine. "Bir şey yaşamadan bir şey yazamazsın."


Ekibin büyük üyelerinden bir diğeriyle devam etmek istiyorum. Abiliğini üzerimizden hiç eksik etmeyen, sürekli bizim için 'gençler' lafını kullanmasına rağmen ruhu benden genç olan abimiz. Hep güzeldi yazdıkları ve hep öyle olacağını biliyorum. Ama benim favorim belli sanırım: Vidanjör (Burada bir gülme efekti tabi). Aramızda geçen tüm muhabbetler çok şey kattı bana. Büyük kazandım doğrusu.


Gezi yazılarının kraliçesine gelmek istiyorum şimdi de. Her yazısında mutlaka bir yerin, bir şeyin hikayesini anlattı ve bunu öyle güzel yaptı ki bir gün Viyana'ya gitmek, başa bir gün tarihi Yarımada'da kaybolmak istedim. Dili çok güzeldi hep. Tüm o yerleri içine çeke çeke gezmişti, belli. En sıradan yerin bile bir hikayesi olabilirdi, o yazabilirdi bunu. Çok tatlı bir anne olduğunu da söyleyebilirim sanırım. Hep çantasında atıştırmalık bir şeylerle gezdi çünkü ve biz hep aç geldik atölyeye. Unutamadığım çok güzel bir şey söylemişti bana bir de. "Biz senin aynanız, bu bakışlarımız aslında senin kendine bakışın."


Büyükten küçüğe gitmek gibi olacak biraz ama sırada kalbinden çıkanı süzmeden söylediği için bizi hem güldüren hem mutlu eden birisi var. Tarzını sevdim, gerçekten. O sevmese de, "Benimki çok saçma oldu." demekten vazgeçmese de kimsede olmayan bir cesaret var onda. Kalbindekini öylece söyleyebiliyor. Düşünmüyor içindekileri yazarken ve yazıdaki tüm o dağınıklık bir şekilde birbirine bağlanıyor. Bu güzel bir şey, yitirmesin bunu hiç.


Gelelim ikizlere. Sürekli birlikte oldukları, buraya birlikte yazıldıkları ve biri gelmese -çoğunlukla- diğeri de gelmediği için ikizler diye kaldı isimleri bizde. İkiz değiller, orası başka. Birinin yazıları çok masalsı, sanki bir bulutun üstünden okuyormuş gibi hissediyor insan. Umutlu, sakinleştirici. Yediden yetmişe herkesin okuyabileceği bir şey. Masal kitabı yazma işini cidden düşünmeli bence. Diğeriyse 'gerçek' yazıyor. İkiz desek de zıt aslında yazdıkları. Biri asla olamayacak kadar güzel, umutlu şeyler yazarken diğeri suratınıza "Gerçek bu!" diye bağırıyor sanki. Anlatış tarzı, betimlemeleri ve tüm o hikayeler hepimizin içinden geliyor resmen. Karakterlerinin ilginçlikleri o kadar toplumun içinden ki, bir karakteri anlatırken "Aa, bu bizim komşu değil mi?" gibi cümleler kurmak mümkün. Zıtlık içinde bir bütün yani bizim ikizler.


Sırada başımdaki tatlı bela var. Çok uğraşıyoruz birbirimizle, sürekli bir atışma halindeyiz ama güzel yazıyor işte. Her yazısında eğleniyorum, gülmeden duramıyorum. Dramın içinden komediyi çıkaran, tam üzülürken birden kahkaha attıran son şey Leyla ile Mecnun'du ve onun tadını almamdan mıdır bilinmez hep mutlulukla dinliyorum, özlüyorum yazılarını. Sarkastik yorumun tam karşılığını bilmediğini söylese de sarkastik yorumlarından geçilmiyor, hem normalde hem hikayelerinde. Ayrıca kafası da çok iyi çalışıyor, öyle yazmayı herkes beceremez. Onun olayı da bu zaten.


Atölyenin bana kazandırdığı yakın bir arkadaşa gelmek istiyorum şimdi. Tabi ki aslında burada yakın olmadığım, yakın hissetmediğim tek bir insan yok. Ama acılarımızın bazıları benziyor, benzer şekilde hissediyoruz ve her yazısına henüz yazılmadan 'güzel' damgasını vurabilirim. Her ne kadar mutlu şeyler yazmak istediğinde bir şekilde hüzne bağlasa ve buna üzülse de gerçekten iyi yazıyor. Bazı yazılarında tıpatıp beni anlatmış olması mı yoksa acılarımı gerçekten anlayabildiğini gözlerinde görmem mi beni ona yaklaştıran bilmiyorum. Ama çok güzel bir arkadaş kazandığımı biliyorum.


Ve son... Yazılarını dinlemeye başladığım ilk günden beri kendimi bulduğum, mutlaka yazının bir cümlesinde yutkunduğum, ses tonuyla o yazıların bütünlüğüne hayran kaldığım ve itiraf etmek gerekirse o ses tonunu biraz kıskandığım kişi. Benim deyimimle Albay, sizlerin anlayabileceği şekilde de o bereli olan var ya, o işte. Yazıyor ya, baya yazıyor adam. Benim bir araya getirebileceğime inanmadığım kelimeleri öyle bir diziyor ki, tamam diyorum. Bana ayrılan sürenin sonuna geldik, aklımda dönüp duracak bu cümleler. Nedenini biliyorum sanırım. Böyle olmasının sebebi onda kendimden bir yan bulmam. Çok tanıdık yazıyor içimdeki bir yerlerle, öyle ki bir yapbozun kayıp parçasını bulmuş gibi oturuyor içime bazı cümleler. İçten, güzel ve en önemlisi derin yazıyor. Derinde kaybolmaktan korkmadan yazıyor. Deşebildiği kadar deşiyor içini. Herkesin harcı değil bu. Ayrıca o mikrofonun başından da hiç ayrılmasın, günümüzde çok az kaldı insanları radyoya bağlayabilen seslerden.


Tüm bu aile, ekip ya da siz ne derseniz artık; benimle ilgili ne söyler tam bilemiyorum. Ama hepsinin güzel şeyler söyleyeceğini hissedebiliyorum. İnsanlar, yaralarını sevdiklerine gösterirmiş, "Bak ben burdan incindim, sen incitme beni bir daha." demek için. Çünkü insanı en çok sevdikleri üzebilirmiş. Ben onlara yaralarımı açtım, incitmediler. Aksine etrafımı sardılar; yaram mikrop kapmasın, rüzgar içimdeki boşluğa üfleyip cereyan yapmasın diye. 


Belki bitecek bu her hafta görüşme olayı ama yine de kopmasın bağlarımız istiyorum ben. Kopmayalım çünkü herkese denk gelmeyecek kadar güzel bir şey geldi benim başıma, onlardan oluşan bu aile.


Son olarak, pek yazı bitirebilen bir insan olamadım ama sevgiler saygılar efenim. İyi ki varsınız.


                                                                                     -Dünya, Şevval ya da her kimse

4 Mart 2016 Cuma

04.03.2016

Kalbi kırılmış bir kadın,
Ve hiç zamanı olmamış alışmaya.
Yaşamak bir meslektir buralarda,
Zaten inancı kalmamış mutlu sonlara.
                                        İyi ve Güzel Kadınlar Hep Ağlar-İkiye On Kala


Hayatımın güzel bir yöne döndüğünü hissediyorum bu aralar. Tüm gezegenler, Satürn bile benden taraf sanki. Kararlarımı onaylıyorlar gibi olumsuz şeyler yaşatmıyorlar bana.

Üstelik mutluluğa yaklaşıyorum sanırım. Mutlu olmaktan korkmuyorum önceki kadar. Gülüyorum, gülümsüyorum. Sanırım en güzeli bu. Uygulanacak taktik buymuş, diyorum. İnsanların ilgisini çekmekten bahsetmiyorum. Tıpkı "Ağlamak, ağlamak getirir." lafı gibi gülümsedikçe mutluluk geliyor. Onca insan arasında kimin suratı asık değilse ona gidiyor mutluluk balonları. Biliyor çünkü, yanlış birinin başına değerse patlatacaklar onu.

İşin beni şaşırtan yanlarından biri de, sevildiğimi hissedebilmek. Bunu anlayamayan insanları ben de anlamıyorum. Bir insan nasıl sevildiğini anlamaz? Mümkün mü bu? Oysa ben gayet güzel anlıyorum sevildiğimi. Sadece şimdilik miktarlarda biraz sorun yaşıyorum. O da henüz yeni olduğum için. Kimsenin çok sevdiğine inanmıyorum mesela. Çünkü hala biliyorum ki, en kötüsüne kendini hazırlarsan o kadar üzülmüyorsun. Olay hazırlıklı olmak yani. Bu, insanlara güvenmekte de faydalı bir taktik. Biraz paranoyaya dönebiliyor gerçi. Ama sonuçta bu da bir ilaç, insanın üzülmesini engelleyen. Her ilaç bir yan etki barındırır zaten.

22 Şubat 2016 Pazartesi

22.02.2016

(Fotoğraf bana ait değildir. Aldığım kaynağa buradan teşekkür ediyorum. Bilginize...)


Gözlerim seni ararken
Kokuların hala odamdayken
                                                    Beklerken-...


Nasıl anlatacağımı bilmediğim bir durumun içindeyim aslında. Aslında hiç bana göre olmayan bir adamdan mı korunuyorum yoksa ruh eşimi buldum ve ona ulaşmam için daha çok çaba harcamam mı gerekiyor, bilmiyorum. Peşinden gitmeli miyim? Koca bir soru işareti var aklımda. Beni sevebileceğini hiç düşünmediğimden belki bu korkaklığım. Çünkü sevilmek doğamda yok benim. Beceremiyorum kendimi sevdirmeyi sanırım. Ya da sevilesi biri değilim. Yine de beni sevsin istiyorum. O sevsin. Bu gidişle karşılaşabileceğimize dair inancımı da yitireceğim gerçi.

Bazen öyle bir şey söylüyor ki, bu benim tanıdığım adam değil diyorum. Gerçi hayatımıza giren kimse bizim tanıdığımız gibi değil aslında. Biz nasıl tanımak istiyorsak öyle tanıyoruz insanları. Dengesiz biraz sanırım. Yani bazen aşırı ukala olabiliyor mesela, ama bazen o kadar masum ki gözlerim doluyor haline. Tuhaf bir olay bizimkisi. Varlığımdan haberi bile olmayan biri için tüm bunları hissetmek garip bir yük. Ve gerçekten yük. Sorun ağırlığı değil, ben taşımayı seviyorum. Alışkanlık gibi bir şey benim için bu.

Onunsa alışkanlık olmasını o kadar çok istemiyorum ki. Ya çok güzel gitsin her şey, biz karşılaşalım ve sevelim birbirimizi, mutlu olalım. Ya da gitsin içimdeki bu his ve başka birisiyle onunla olabileceğimden daha mutlu olduğumu göreyim. Gideceğine dair ümidim kalmasa da.

Bir yerlerden bunu okuyorsan, okumazsın da diyelim ki okuyorsan, seni tanıdığıma hiç pişman olmayacağım. ‘Adını anımsamak bile zor’ olduğunda, sana dair bir şeyler hatırladığımda gülümseyeceğim adam. İyi ki bende yazacak bir his bırakmışsın diye. İyi ki bu şehri sevmişsin diye.