26 Aralık 2017 Salı

26.12.2017
















Uykulardayım
Düzensiz uykularda
                    Sandal-Yüzyüzeyken Konuşuruz


İntihar: Bir kimsenin, ruhsal veya toplumsal nedenlerle, yaşamına kendi eliyle son vermesi.

Genel bir algının içine büyüyoruz. Kendi yaşamına son vermek kötüdür, birinin intihar etmesi dikkat çekmeye çalışmasındandır. Ciddi misiniz? Yani intihar denen eylemin bu kadar basit ve hafife alınabilecek bir şey olduğuna emin misiniz? Ölür veya yaşar, cidden sonuçları bunlarla sınırlı mı intihar etmenin? Üzgünüm, yanlış yere geldiğinizi düşünüyorum.

İntihar etmiş ya da en azından bunu gerçekten denemiş biriyle hiç tanışmadım. O bakış açısına sahip olmak, sonucunda istemediğim bir yere ulaştıracağı için de hiç sahip olmaya çalışmadım. Yine de pek bayılmadığım empatimden yararlanıyorum. İntihara karar vermek, gerçekten uzun bir süreç. Tabi o uzun süreç boyunca oturup da "Ben intihar edeceğim." diyemiyorsunuz. Bu sürekli olan bir şey değil.

Bazılarının karar verirken kullandığı bir yöntem vardır. Benim bakış açımdan bu süreç o yönteme indirgeniyor. Bir kararın artıları ve eksileri vardır. Bu her kararda fark etmeden içten içe uyguladığımız bir yöntem aslında. Yani o gün hamburger yemeyi düşündüysek o gün canımızın hamburger çekmesini artıya yazıyoruz ve artı yanımız baskınsa onu seçiyoruz.

Tabi bunun intihar kısmı hamburger kadar basit değil. Sevdiğimiz şeyleri eksi kısımda tutuyoruz ki bizi bu karardan döndürebilecek şeyler onlar olabilsin. Şimdi çıkıp ağır depresyondakilerin direk bu kararın artılarına odaklanacağını kimse söylemesin. Depresyonda olmak her şeyi işe yaramaz, boş görmek değil, öyle görmek istemek. Oysa herkes kadar ağır depresyondakiler de görebiliyor hayatın tüm yanlarını.

Biri bunu yapmadan önce tahmin edilebileceğinden çok daha fazla düşünüyor. Bu ani bir karar olabilir, ben bunun planlı olduğunu söylemiyorum zaten. Aslında bazen bunun başarıyla sonuçlanmamasının da sebebi bu. Yani uzun süredir planlanıp her şey aşama aşama hazırlanıyor olsa, ki bazı durumlarda oluyor da, başarısız olması imkansız bir intiharın.

Gelip de burada intiharı övmüyorum. Bunun birinin hayatının en son noktası olduğunu düşünüyorum. Gerçekten buna karar vermenin, bunu gerçekleştirmenin atılabilecek en büyük adım olduğunu.

Asıl anlatmak istediğim bu değildi. Hayatlarının çok güzel gittiğini gördüğümüz, hatta hayatı gerçekten çok güzel giden insanların neden intihar ettiklerine değinmek istemiştim. Çünkü inanılmaz geliyor. Başka insanların hayatlarıyla o kadar ilgileniyoruz ki, intihar edebilecekleri bir sebep göremediğimiz için inanamıyoruz. Sonra da o çok iyi bildiğimiz hayat hakkında şüpheye düşüyoruz. Acaba akli dengesi mi bozuktu, bizim içinde olmadığımız hayatında mı bir sorunu vardı?

Kabullenemiyoruz. Çünkü, ölüm böyle bir şey. Nasıl sevdiğimiz insanları bir daha görememeyi kabullenemiyorsak güzel giden bir hayatın bitmesini de kabul edemiyoruz. Oysa öyle mümkün bir durum ki bu. Gerçekten o kadar ani, beklenmedik başımıza gelebilir ki. Muhteşem giden bir hayat, gerçekten de muhteşem gitmesine rağmen, bir intiharla bitebilir. Güzel bir hayat yaşamak, onu bitirmemek için bir sebep değil.

Bilmiyorum, kulağa çok sadistçe ve vicdansızca gelebilir ama intihar edebilen insanlara dev bir saygım var. İnanın, arada kalmak kadar kötüsü yok. En azından karar verilmiş, acının bittiği bir nokta var. Gelebilecek daha fazla acı yok. Bu yüzden en büyük saygıyı intihar edenlere duyarım.

26 Kasım 2017 Pazar

26.11.2017




Duygusal bir kadınım, geri geri gider her adımım
Daha önce böyle bir adamın peşinden hiç koşmadım
Sahiden bu yaptığın iş değil, kalbine biraz dokunsan yeter
Biraz da olsa görsem bir meyil, belki de devam etmemize değer
                                            Belki-Dolu Kadehi Ters Tut (feat. Deniz Tekin&Canozan)


Duygusallık: Duyumların ve duyguların ağır basması, aşırı bir biçimde insanı etkilemesi durumu.

Kelimeleri yanlış nitelendirdiğimiz bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Duygusallığın zayıflık olarak görüldüğü mesela. Yok, şimdi durup da "Duygusallık, zayıflık değildir." tezini savunacak değilim. İkisinin aynı anlama gelmediğini zaten biliyoruz. Ama duygusallık sadece aşkla, sevgiyle falan nitelendirilecek bir durum da değildir. Ben bunu bu yüzden yazıyorum.

Bir açıklık getirmeye ihtiyacım olduğunu hissediyorum bu konuya. Duygusal olan insanlar; her şeye ağlamaz, her olayı büyütmezler. Bunun böyle olduğunu sananlar fazlasıyla yanılmakta. Çünkü yaşanan bir çok duyum ve hissedilen bir ton duygu var. Sinirlenmek, üzülmek, sevinmek, şaşırmak sadece birkaç duygu. Bunun çok daha fazlasını hissediyoruz. Aynı şekilde dokunmak, koklamak, duymak, görmek ve tatmaktan da fazlasını yaşıyoruz. Sırf bize beş duyu organı öğretildiğinden az duyumuz olduğunu sanmamız.

Duygusal olan birinin nasıl hep ağlamasını bekliyoruz ki? Gözyaşı akıtma eylemini; o üzülme duygusunu aşırı hissetmesinden, herkesten daha yoğun yaşaması ve daha çok etkilenmesinden gerçekleştirdiğini bilmemiz gerekmiyor mu? Öyleyse, duyguları daha yoğun yaşıyorlarsa yani, bu duygusal insanları diğerlerinden üstün kılmaz mı? Duygusallık bir şans sayılamaz mı? Zira daha çok üzülüyor da olsak, duygusal olmayanlardan daha içten hissediyoruz mutluluğu. Basit şeylerden mutlu olabilmek, üstelik çok mutlu olabilmek şaşırtıcı gelebilir. Ama bu güzel bir şey değil mi?

Duygusal bir insan olarak kabul ediyorum. Çok üzüldüğümde ruhsal acının yanı sıra fiziksel bir acı da hissedebiliyorum. Ama daha çabuk mutlu edilebildiğimden, daha çabuk iyileşebiliyor yaralarım. Daha çabuk gülebiliyorum. Affetme duygum daha güçlü çünkü hoşgörüyü daha çok hissedebiliyorum. Kin tutabilen biri olduğumu sanırken, küçük bir hareketle mutlu olabildiğim için hemen unutuyorum. Yine de hafıza da bir duyu sayılır, unuttuklarımı hatırlamak sadece bir saniyemi alıyor.

Duygusallığın yanında getirdiği başka bir şey de anlatmamak. İçine atmak ağır bir yük olabilir ama kime neyi anlatabileceğinizi, kimin sizi gerçekten dinleyeceğini anlıyorsunuz kolayca. Zira 6. his de bir duyu ve günümüz dünyasında duygusallık yerlerde sürünüyor. Duygusal olmanın suç olarak görüldüğü bir dünyada yaşıyorken, oturup insanları uzaktan izleme şansınız oluyor. Bunun bana kazandırdığı dev bir yetenek var mesela. Bir insanı gördüğüm veya tek bir kelimesini duyduğum an nasıl biri olduğunu tahmin edebiliyorum. Farkındayım, sizin olduğunuz yerden bakınca ön yargı diye bağırıyor bu yaptığım. Ama değil, gerçekten değil. Nasıl biri olduklarını anladıklarıma bile duymak, dinlemek için bir şans tanıyorum. Ama hiç yanılmadım. Kendimi "Ön yargılısın, böyle olma." diye azarladığımda bile, sonradan fark ettim doğru tahmin ettiğimi. İnsanlar o tahmin ettiğiniz yüzünü ilk seferde göstermeyebiliyor, gizlemek için bin bir türlü yolu deneyen insanlar var. Bir noktada, genellikle bir kavganın ortasında veya birlikte uzun saatler geçirmeniz durumunda, o tahmin ettiğim yüzleri ortaya çıkıyor. Tuhaf gelse de, beni ön yargılı biri gibi gösterse de bunun ön yargı olduğuna inanmıyorum.

Ben de cidden ön yargılı olduğumu sanırdım. Cidden tek bir kere yanılmayı bekliyorum, kendime ön yargılı demek için. Tek bir kere yanılsam, vazgeçeceğim tüm bu değerlendirmelerden, hislerimi dinlemekten. Kimseye kötü veya iyi hissettiğimi göstermedim yine de. Hoşlanmayacağım, birlikte zaman geçirmek istemeyeceğim kişilere asla kötü davranmadım. Aksine içimdeki sesin yaptığı ayrıma inat herkese aynı davranmaya özen gösteriyorum. Bu biraz tehlikeli duruyor ama bana zarar vereceğini bildiğim herkese normal davranıyorum işte. Hiç farkında değilmiş gibi, onları gerçekten seviyormuş gibi. Zaten benim gerçek sevgimle göstermelik sevgimi ayırt edebilecek insanlar hep gerçek tarafta kalıyor. 

Çağımızın duygusallığa biçtiği başka bir işe gelirsek, hep geri adımlıyoruz. Duygumuzu yansıtmaktan kaçıyoruz, kendimizi tutuyoruz, çok hissettiğimiz noktada insanlardan uzaklaşıyoruz. Soyut bir varlığa dönüşüyoruz. Kendini görünmez yapmayı başarabilmek herkes için kolay değildir. Biz yapıyoruz. İstemiyorsak kimse görmüyor bizi. Ama bazen...

Bazen görünmez olsak da birisi bizi görüyor. En çok o anlardan nefret ediyorum. Aslında görünmez olmak istediğim çünkü kimsenin anlayacağına inanmadığım şeyler hissettiğim anlarda, içten içe görmesini istediğim kişi beni gördüğünde bundan nefret ediyorum. Çünkü sizi görüyor da olsa, hissettiğinizi anlamıyor işte. Ağladığınızda, sinirden veya üzüntüden gözleriniz buğulandığında, tek bir kelimenin bile sizi bir aşama daha üst duygu yoğunluğuna sürükleyebileceği bir anda görülmek hiç hoş değil. O an çekip giderseniz, peşinizden öyle filmlerdeki gibi kimsenin gelmeyeceğini biliyorsunuz. Duygusallık sadece filmlerde kutsanan bir şey ve duygusal insanlar sadece filmlerde takdir ediliyor.

Cidden göründüğü gibi zayıf falan değiliz. Zayıf olsak, en az 5 kere intihara kalkışmıştık hissettiklerimizi kaldıramadığımızdan. Kaldırabiliyoruz, duygusallığın sırtımıza yüklediği tüm yükleri taşıyacak gücümüz var. Tek dileğim zaten duygusallık yeterince yorabilen bir durumken bir de üstüne alay, kınama ve küçük görmelerle yükümüzü artırmamanız. Zaten büyük bir ağırlık taşıyoruz, tek bir lafla tüm yükleri devirip yeniden kaldırmanın ne kadar ağır olduğunu bilemezsiniz. Duygusal insanların bilmesi gereken bir şey olduğuna inanıyorum, bu kötü bir şey değil. Bir suç ya da bir zayıflık değil. Her şeyi daha yoğun yaşamak büyüleyici bir şey. Bir gün anlaşılması dileğiyle.

6 Kasım 2017 Pazartesi

06.11.2017


Sisli bir sabahın soğuğunda
Aklıma düşersin birdenbire
                        Sen Diye-Can Kazaz


Galiba bilim, sandığımız kadar ilerlemedi. En azından bir kısmımız için hala eskisi gibi olduğu yerde sayıyor. Mesela hala silemiyorsak bitmiş şeyleri, bitirdiklerimizi hafızamızdan ya da yarım bıraktıklarımızı tamamlasaydık sonucunda ne ile karşılaşacağımızı öğreneiyorsak bir şekilde; ciddili bir bilim geriliği yaşıyoruz bence.

Kitaplar, filmler, diziler, şarkılar, şiirler... Hepsi birer hikaye. Saçma olsun, mantıklı olsun, kısa olsun, uzun olsun. Mutlaka bir anlam taşıyor hepsi. Mutlaka anlattığı bir şey var. Eğer izlediğimiz, okuduğumuz, dinlediğimiz şeyler bittiklerinde sadece onları daha önce bildiğimizi hatırlarsak; sanırım etki diye bir tanım kalmazdı. "Bir kitap okudum, hayatım değişti." zırvaları biterdi. Çünkü hiçbir hikaye sizin olmadığı sürece hayatınızı değiştiremez. İnanın buna.

Hayatımızı değiştirebilecek tek şey kendimiz, kendi hikayemiz. Okuduğunuz o kurgusal hikayeyi yaşamış biri olabilir elbet, ama o biri siz olmadığınız sürece sizi sadece etkileyebilir, değiştiremez. Delirmeyin.

Ya da delirin. Galiba bilimin bile sanatta gram ilerleyemediği, dünyayı yüzeysel kıldığı bir devirde delirmek en mantıklı hareket. Bilimle işiniz bile olmuyor çünkü tüm o bilimsel araştırmalara dayanarak yapılmış tüm beyin faaliyetleri çalışmalarına karşı geliyorsunuz. Delirmişsiniz bir kere, onlara ne siz o kahve lekesini bir eve benzetiyorsanız? Hem kim ispatlayabilir onun sizin için bir leke değil de ev olduğunu?

Bilim henüz hayallerimizi okuyamıyorken Satürn biletimi hazırladım. Tüm astroloji denen alanın nefret ettiği, insanları dikkat etmeleri için uyardığı o gezegene fiziksel olarak gidemeyebilirim. Umrumda değil. Zihnimde oralıyım zaten. Neyse, öyle işte.

25 Ekim 2017 Çarşamba

24.10.2017





















Yazı görse gözüm,
Kışı unutmaz özüm.
                  İntihaşk-Onur Can Özcan


Neden yaşıyoruz? Yaşamaktaki amacımız ne gerçekten? Neyi yapmadan ölemeyiz, neyi yapmasak da olur? Nereye gitmemiz lazım, nereden kaçıyoruz? Hayatımız nereye gidiyor, öylece zamanın geçişini izleyebiliyor muyuz durup? Attığımız her adım, söylediğimiz her kelime bir anlamla mı ortaya çıkıyor? Her şeyin cidden de bir anlamı var mı?

Öylece melankolik şeyler yazma amacıyla gelmedim. Sadece bugünlerde hissettiğim bu. Amaçsız, hedefsiz, yönsüz... Ne yaptığını, ne yapacağını bilmeyen biriyim şu ara. Dilediğim, istediğim her şey sanki elde edersem bir şeyi değiştirmeyecekmiş gibi. Bunu anlatmanın öyle kolay bir yolu yok. Huzur bulduğum bir yerin sıradanlaştığını hissediyorum. Benim için öylesine olduğunu. Bunun iyi bir yönü yokmuş gibi ama yeni yerler keşfetme, oralarda huzur bulma ihtimalimi göz ardı etmemek için çok çabalıyorum.

Kendimizi bir şeylere, birilerine ortak noktalar aracılığıyla yakın hissediyoruz. Eğer biriyle görüşecek vaktiniz aynı orandaysa, o zaman ortak noktalarınız da çoğalıyor. Çünkü sık görüşüyorsunuz, alışıyorsunuz birbirinizin varlığına. Biliyorsunuz ki, aynı zamanda boş olan ikiniz varsınız bu yüzden aramak istediğinizde ilk onun ismine gidiyor eliniz.

Öte yandan hayatınızın tamamını kaplamış biriyle zaten ortak zamanlar yaratıyorsunuz elinizden geldiğince. Zamanlarınızı birlikte düzenliyorsunuz, boş vakitlerinizi birbirinize göre uyduruyorsunuz. Ama bazen işler muhteşemlikten çıkabiliyor. Mesela biriniz hayal kurmaya başlıyor, bambaşka şeylerle ilgili. Sizin aklınıza gelmeyecek hayaller. Onun heyecanını, sevincini dibine kadar paylaşmak istiyorsunuz çünkü biliyorsunuz onu mutlu ediyorsa sizi on katı mutlu ediyor her şey. Yine de içinizdeki bir yanı bırakamıyorsunuz. Sizin hiçbir şey yapmadığınızı, boş boş durduğunuzu, onun meşgul birine dönüşüp sizin sıkılacağınız ve kavga çıkarıp ömrünüz boyunca yalnız kalmaya mahkum olduğunuz geleceğe doğru ilerlediğinizi sürekli fısıldayan yanı. Duymazdan gelmenin bir işe yaramadığı, içimizdeki yanları kilitleyecek olursak daha kötü bir şekilde geri döndüğünü adım gibi bilirken üstelik, elimden hiçbir şey gelmemesi galiba acı. Bir de çok hoş bir kelime vardı değil mi? Tam da bu durumu anlatan. Biçare...

Biçare kalıyorsunuz. Yeni bir hobi edinmek, kendinizi meşgul etmek için çabalamak bunu asla çözmüyor çünkü biliyorsunuz, bunu sırf o aptal yanınızı sessize almak için yapıyorsunuz. Ama o yanınız hiç durmuyor. Bir noktada susacağını umuyorsunuz, susup hayatınıza devam etmenize izin vereceğini. Öylece kalıyorsunuz. Yalvarmak istiyorsunuz, ne yaparsanız gider diye düşünüp durmaktan beyniniz ağrıyor. Mesela benim çok düşününce ateşim çıkıyor. Bu durumu düşünmekten alnımın bir fırın olduğunu söyleyebilirim rahatça.

Sonu nereye gider bilmiyorum. Hayatta hiç, bir şeyleri çok iyi bilen biri olamadım. Bir şeyden ustalık derecesinde anladığımı hiç söyleyemem. Yapabildiğimi umduğum tek şey yazmak. Onu da becerebiliyor muyum orası muamma. Yine de hayatıma devam ediyorum, devam etmek için çabalamak değil bu çünkü öylece kendi kendine gidiyor işte. Zaman geçiyor, beraberinde bu gerçekten berbat işe yaramazlığı ve yalnız kalma ihtimalini götürmesi dileğiyle.

13 Ekim 2017 Cuma

09.10.2017

















Demlenir içim kendim olmaktan
Süzerek yaşarım aslında
                     Sevmemeliyiz-Sena Şener


Zorunda olduğumuz için bir şeyleri yapıyor olmayı sevmiyorum. Zorunluluklar pek hoş şeyler değil. Aslında bunu disiplin seven biri olarak söylemem oldukça garip. Yine de, bilmiyorum. Beni, bir şeyi dayatılmasından çok kendimize bir şeyler dayatmamız yoruyor. İçinde bulunduğumuz ortamın gereklerini yerine getirmek öyle çok zor gelmiyor da kendimizi "Şunu yapmalıyım." diye şartlandırmamız ağır sanki. Hep kendini zorlamış biri olarak söylüyorum.

"Şu an ağlamamalıyım." , "Şuraya gitmeliyim." ve bunun gibi bir ton zorunluluk. Galiba hepimizde yargılanma korkusu var. Böyle yazdıkça, yani "Ben bunu doğru bulmuyorum." gibi şeyler söyledikçe ben bunları yapmıyormuşum gibi gelebilir. Yargılanma korkusu hiç de kolay aşılan bir şey değil. Ben sadece aşılması gerektiğine inanıyorum. Aşamamış biri olarak ağırlığını çok iyi biliyorum.

Bence daha çok farkında olmamız lazım. Küçücük bir şey için bile bazen kendimizi o kadar zorluyoruz ki. Bir yerden başlamamız lazım. Mesela benim bir yazıyı uzatmak için zorlamamam lazım. Bu benim için en berbat şey olurdu herhalde, kendime yaptığım büyük bir kötülük. Oysa içimden geleni yazmam en iyisi. Burada bitirmemse, hala yazı bitiremiyorum evet. Neyse, öyle işte.

29 Ağustos 2017 Salı

28.08.2017


Sıkıntıdan mecburen düşününce,
Palyaçolar çok da komik değilmiş.
                          Üzgünüm, Bu Defa Pek Hoş Değil Konu- İkiye On Kala


Birinci planda olmak? Ya da ikinci? Bir şeyleri öncelik sırasına dizmemizi anlayabiliyorum. Bundan normal bir durum yok zaten. Daha sonraya yetişmesi gereken bir işi erteleyip son dakikada çıkan bir şeyi yapıyor olmamız asıl mantıklı olan. Öncelik sıralarımız, beklediğimiz sonuçlardan hangisinden memnun olacağımız, tüm bunlar aslında hepimizin içinde bambaşka tasvirlerde şekilleniyor.

İşleri öncelik sırasına koymayı anlıyorum da, insanları öncelik sırasına göre dizmeyi bir türlü çözemedim. Hani bazı şeyler vardır, insan asla beceremez, öğrenemez. Her şeyi öğrenebiliriz diye bir kural asla yaratılmadı zaten. İşte ben de o çizgilerle çizilmiş sınırlarına ve koşullarına rağmen bir türlü öğrenemedim insanları nasıl hayatımda öncelik sırasına koyacağımı. Kimin öne gelmesinin şart olduğunu bir türlü anlayamadım.

Bunun aslında iyi bir şey olduğunu, böylelikle diğer insanlar gibi bazı kişilere hayatında hiç şans vermeden devam etmeyeceğimi falan düşünebilirsiniz. İyi bir şey gibi görünüyor dışarıdan bakıldığında. Çünkü gerçekten kimseyi ayırmadan, herkese eşit şekilde yaklaşmış oluyor insan. Ama ancak herkes böyle olursa yürüyebilecek bir düzen bu. Kimsede insanları önem sırasına göre dizen bir anlayış olmaması lazım bunun için. Oysa biz her şeyi en sevdiğimiz diye bile ayırıyoruz.

Bir düşünsenize, en sevdiğimiz renk diye bir kavram var. En sevdiğimiz sayı, en sevdiğimiz gün, en sevdiğimiz yemek ve bir ton en sevdiğimiz şeye öylece karar veriyoruz. Bizim sevdiklerimiz dışındakilerin hepsi kötüymüş gibi, sevilme şansını bile tanımıyoruz bazı şeylere. Tuhaf. En sevdiğim şeylere asla cevap veremedim ben. İlla söylemem gereken bir şey olursa rastgele söyledim her şeyi. Bir gün 7 dediğim sayı başka bir gün 4 oldu. Pazartesiyi severken hava o gün içimi açtığı için Çarşambayı seven biri oldum.

Neden bu kadar keskin sınırlar çiziyoruz etrafımıza? Neden öylece ayırıyoruz hayatımızdaki insanları önceliklerimiz diye? Hiç ayıramadım, bunu “Ayıramam ben, herkesi eşit seviyorum.” anlamında söylemiyorum. Beceremedim. Yanlış bir sıra oluşturdum her seferinde. Yanlış oluşturduğumuz sıralar bizim de başkalarının hayatındaki sıramızı kaydırıyormuş, bunu öğrendim. Domino taşı gibi bir nevi. Eğer siz sırayı kaybederseniz başka birinin sırasında her şey üzerinize yıkılabiliyormuş.

Bir şekilde öncelikler listesine girmek var, o zaten ayrı bir külfet. Peki hiç, birinin öncelik listesine bile girmemiş hissettiniz mi? Öylece o listeye yeni şeyler gelmiş ve siz alt sıralara falan düşmemişsiniz, direk raftan düşmüşsünüz gibi? Düşüşünüzün sadece sizde ses yaptığını, o insanda tek bir yaprak bile kımıldamamış gibi her şeyin aynı devam ettiğini hissettiniz mi? Merakımdan ya da tavsiye vereceğimden sormuyorum bunu. Çünkü bu durumda ne yapılması gerektiğini inanın gram bilmiyorum. Her konuda bir fikrim var, sırf bu yüzden çok konuşan biri oldum çıktım. Çoğu konuda bir fikrim var çünkü fikir edinmeyi seviyorum. Yanlış ya da doğru, bir konuyla ilgili “Bir yerde şunu duydum.” demek aşırı mutlu ediyor beni. Çünkü konudan bihaber değilim. Çünkü kendimi tamamen yabancı hissedeceğim bir ortam yok. Yabancı hissettiğim her yerden koşarak uzaklaştım hep.

Buradan da öylece koşarak uzaklaşmak istiyorum işte. Bu hissettiğim şeye nasıl karşılık vermem gerektiğini bilmiyorum. Bir an sesim kısık çıkıyor başka bir an sinirle haykırıyorum. Bir an oturup ağlamak isterken sinirden gülesim geliyor. İçimde bu his yüzünden dev bir çukur oluştu. Çukuru dolduramayıp iki ayrı uçtan birçok şey hissediyorum. İçimdeki çukurun dolması ya da en azından güvenle üstünde kalabileceğim bir köprünün kurulması dileğiyle. Zira artık günümüz kalpleri arasında kurulan köprülerin sağlamlığına hiç inanamıyorum.


24 Ağustos 2017 Perşembe

23(24).08.2017



















Güneşin ufka değdiği yer oraya git ama yine gel
                                         Döneceksin Diye Söz Ver-Yüksek Sadakat
                         

Gelişen bir dünyaya ayak uydurmaya çalışıyoruz. Ne kadar direnirsek direnelim bazı şeyler eskisi gibi kalmıyor. Sanki bir kanun varmış ve hayatta her şeyin belirli bir direniş süresi varmış gibi. Süresi dolan her şey kaybolup gitmek zorunda kalıyor. Yerini doldurmanın zor olmayacağı şeyler bunlar. Öylece önceki halini doğru düzgün kimsenin aramadığı, herkesin bir şekilde gelişimine ayak uydurduğu.

Akıllı telefonlar, çoğu işi halledebilen bilgisayarlar, hayatı kolaylaştırdığı sloganıyla ortaya çıkan bir ton teknoloji... En basiti bir uçağın şu saniye tam nerede olduğunu bile görebiliyoruz. Aslında bu kolaylaştırıyor mu zorlaştırıyor mu anlamak zor. Çünkü sabırsızlaşıyoruz. Eskiden gelecek bir mektubu belki aylarca bekleyen, görmek istediği kişiyle sadece belirli sürelerde karşılaşıp ancak yüz yüze sözleşebilse de vazgeçmeyen bir ton sabırlı insanın yerini mesajına 10 saniye geç cevap alınca köpüren, önündeki araba bir anlık duraksasa kornaya abanan bir insan grubu aldı. Sabırsızız, bekleyemiyoruz, vaktimiz asla yokmuş gibi davranmaya daha doğrusu meşgul taklidi yapmaya bayılıyoruz. Kendimizi meşgul bir insan gibi hissedersek hayatımızdaki boşlukları, boşunalıkları da hissetmeyiz sanıyoruz.

Eskiden her şeyin daha zor olduğunu bile bile, hayatımızın kolaylaştığına dair onca lafa rağmen neden her şeyi daha çok zorlaştırıyoruz? Neden bir market sırasında bile bekleyemediği halde internette "Biz hep bekleriz." diye dolanan insanlar var? Sahteleşmedik mi böyle yaparak? Neden tüm o hayatı kolaylaştıran, güya kendimizi yüz yüze dışında da ifade etme şansı tanıyan bir ton yeniliği kendimizi ya da başkalarını kandırmak adına kullanıyoruz?

Dev bir çelişkinin içindeyiz aslında. Hem gelen tüm yenilikleri seviyoruz hem de hepsinden şikayetçiyiz. Çünkü gelişimleri reddedersek hayata ayak uyduramıyoruz kabullenirsek de kendimize. Ya biz kendimiz olmaktan vazgeçiyoruz ya da hayatımızdan. İkisinden de vazgeçmeden, kendimiz kalarak kendi hayatımızı gayet yaşayabilecekken geçmişe özlemden midir nedir hep zor yolu deniyoruz. Sahip olduğumuz hayatı asıl kendimiz olarak yaşayabiliriz aslında, sadece böyle bizim hayatımız olur çünkü. Yine de kabullenmiyoruz bunu.

Bizim asıl sorunumuz sabırsızlık ya da sahtelik değil. Biz kendimizi kendimiz dışında herkese kanıtlama çabası içindeyiz. Öyle bir çabada olmadığını iddia eden herkes hayatında en az bir kere bu çabayı gösteriyor. Kendi yapabileceklerimizi ya çok küçümseyip bırakın çevremizi kendimiz bile göremeyecek kadar küçük bir boyuta getiriyoruz, ya da çok yüceltip yine kimsenin göremeyeceği kadar yüksek bir rafa koyuyoruz. Yapabileceklerimizi olduğu gibi sıralamak hiç edindiğimiz bir huy olamadı. Muhtemelen bu yüzden böyle.

Bir ton şey gelişti, bir ton şey bulundu hayatta zamanı geçirdikçe. Dedim ya artık uçakların nerede olduğunu bile görebiliyoruz. O uçak birilerini bizden uzaklaştırdığında biraz üzücü olabiliyor ama yine de verdiğimiz sözler var. En azından hala söz tutabilen bir yana sahibiz.

10 Ağustos 2017 Perşembe

Bilinmeyen Bir Kadın


















"Sana, beni asla tanımamış olan sana,"
                                Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu-Stefan Zweig



Biliyorum, hiç yaptığım bir şey değil bu. Yine de hakkında yazmadan duramadım. Bir şekilde bir yerlerde aklımda hep kalsın diye dursun istediğim bir kitap var. Fazlasıyla tesadüf eseri tanıştım ama zaten planlanıp programlanarak belli doğrultuda ilerleyen tanışmalardan da hiçbir şey kazanmadım. Stefan Zweig o zamana kadar adını dahi duymadığım bir yazardı. Zaten muhteşem derecede genel kültür dolu, bir sürü klasik okumuş biri de değildim. Toplumun yücelttiği, popüler hale getirdiği birçok şeyi merak ediyor bile olsam popülerleştiği dönemde okumadım, izlemedim, dinlemedim. Bekledim belki, şanslıysam popülerleşmeden keşfetmiş oldum bazen de. Daha popüler olmamışken keşfedilen şeyler insana "Ben bunu önceden de biliyordum, güzelliğini önceden fark etmiştim." dedirtiyor. Sanki kendi parçanızmış gibi gurur doldurabiliyor içinize. Oysa öylece Çok Satanlar arasına dahi girmemişken bir şekilde yollarımız birleşti bizim bu yazarla. Bazen öyle bir şeye denk gelirsiniz ki, ilk keşfettiğinizin o olması sizi kutsanmış hissettirir. İlk keşfettiğim kitabıydı Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu.

Hayatım boyunca hiç kendimle çok örtüşeceğine inandığım bir kitap karakteriyle karşılaşmamıştım. Karşılaşacağımı da düşünmezdim, zira herkesin hayal gücünde yaratacağı kişi bambaşkadır. Bilinmeyen Bir Kadın kitap boyu her ne yaparsa yapsın, her ne düşünürse düşünsün aynısını ben de yapardım dedirtti bana. Kendime aşırı benzettim. Aynı şeyleri tam olarak yaşamış sayılmazdık belki ama yine de aynı şeyleri yaşasaydık aynı kişi olacağımıza emindim. Öylece bir anda girmişti hayatıma ve kim olduğunu hiç bilemeyecek de olsam, Stefan Zweig'in bu kitabı neden yazdığına dair hiçbir fikrim de olmasa kurgusal bir karakterin hissettiklerini hissedebiliyorum hala.

Ben bir karaktere bağlanmanın asla yazarla ilgisi olduğuna inanmadım. Birçok hikaye yazdım, kendi hikayelerimdeki karakterlere bağlandığım da oldu ama benimle hiç ilgisi olmadı. Ben bir yazarın bir karakter yaratabileceğine inanmıyorum. Ben bir karakterin kendini yaratabileceğine inanıyorum. Bence yazarın yaptığı tek şey eline kalem almak. Gerisi o kurgusal olduğu düşünülen karakterin gelip kalemi kağıda bastırırken sürüklemesiyle devam ediyor. Bir karakter tüm hayatına kendisi karar veriyor. Çizeceği rotaya, adımlarına, sevecekleri ve sevmeyeceklerine, ne kadar süre yaşayacağına ve hikayesine... Her şeye kendi karar veriyor.

Yazan biri olarak biliyorum ki asla dünyada olmayan bir karakter çıkmıyor ortaya. Ya birkaç kişinin karması oluyor karakterler, öyle ki biz sıfırdan bir karakter çıkarılmış gibi görüyoruz; ya da öyle bir karakter geliyor ki birden, gerçekten var diyoruz. Bunları yaşasa tüm bunların aynısını yapacak birisi var. Bilinmeyen Bir Kadın'ın benim gözümdeki yeri fazlasıyla yüce. Aynı şeyleri yaşasam aynı tepkilerle karşılayacağıma asla bu kadar emin olmamıştım. Ki bir şeylerden zor emin olan bir insanım.

Niyetim öylece kitap önerisinde bulunmak, mutlaka okuyun demek değildi. Önerilmiş kitapları okumayınca ya da beğenmeyince o kişiye karşı borçlu hisseden biri olarak söylüyorum, bu tarz şeyleri önermeyi sevmem. Çok sevdiğim şeyleri asla önermem aslında. Sadece, paylaşmak geldi içimden. İçindeki ağırlıkları, mutlulukları, çekilen acıları paylaşan biri olarak tüm hayatım boyunca etrafımda büyüsünü hissedeceğim kitabı da paylaşmak istedim. Öyle.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

02.08.2017

Yolda filden bir masal öğrendim. Masala göre bütün yıldızlar sırayla evreni aydınlatırmış. Gündüzleri bu işi güneş yaparmış ama gece olunca sıra Ay'a gelmiş. Ay kabul etmemiş, sıra annemde demiş. Annesi, kardeşlerini besleyebilmek için hamur yoğuruyormuş. "Kızım," demiş, "ellerim hamurlu benim yerime sen aydınlat bu gece." Ama Ay yine direnince annesi, sinirli elleriyle sıkıştırmış Ay'ın yüzünü. Ay hamura bulanmış. Yüzünü ne kadar yıkarsa yıkasın Su, Ay'ın annesinden korktuğu için lekeleri temizlememiş. Ay'ın yüzündeki lekeler bundanmış. İşte o gün Ay, Su'ya küsmüş.
                                                                                                    Aydan Gelen Fil-Can Kazaz



Etrafınızda kimse hiç “Neden kendini suçluyorsun?” dedi mi? Kendinizi sorumlu tutmanız garip geldi mi peki insanlara hiç? “Senin suçun değil.” lafını kaç kere duydunuz ömrünüzde? Ya da kaç kere kurdunuz aynı cümleyi birilerine? Birinin yaşadığı şeyden sorumlu olup olmadığına ne zamandan beri başkaları karar verir oldu?

Yaşadığımız her şeyden, çok ciddiyim istisnasız her şeyden sorumluyuz. Bu suçlu olduğumuzu göstermez. Suçlu olmakla sorumlu olmanın birbirine karıştırıldığı, aynı şey olarak düşünüldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bir şeyin sorumluluğunu kabul etmek sizin suçlu olduğunuzu hiç göstermedi ki. Biz bunu böyle görmeye alıştık. Bir şekilde alıştık, alıştırıldık, herkes böyle davranmaya başladı. Kim başlattı bu akımı bilmiyorum ama birilerinin bitirmesi gerekiyor. Bakış açımızın değişmesi lazım.

Kendini suçlamamalı insan ama ben bundan sorumlu değilim lafı çocukluktan başka bir şey değil. Çocukluk yapmayı özlediğimizi biliyorum. Yine de bu tarz çocukluklar çocukların bile yapmayacağı derecede rahatsız şeyler. Sorumluluktan kaçıyoruz. Kolayımıza geliyor kaçmak. Oysa yaşadığımız her şeyin üstünde bir sorumluluk barındırıyoruz.

Öte yandan sorumluluk almadıkça bencilleşiyoruz, sorumluluk aldıkça ise kendimiz dışında her şeyi düşünür hale geliyoruz. Birbirinden tamamen alakasız iki şeyi birbiriyle öyle bağdaştırıyoruz ki hep bir bütünlermiş, hep öyle süregelmiş gibi davranmaya başlıyoruz. Onları birbirine karıştıran biziz. Yaşadıklarımızın sorumluluğunu üstlenerek kendimizi de düşünmemiz lazım.

Bencil olmayı beceremeyen biri olarak aklımı kurcalayan şey de bu zaten. Kendimizi düşünmüyoruz. Hayatımız boyunca etrafımızda dönen şeyleri, çevremizdeki insanları düşünmekten kendimizi unutuyoruz. Tek başımıza bir şey yapamayacağımıza, o insanlara muhtaçlığımıza kendimizi inandırıp gerçekten de kendi başımıza bir şey beceremiyoruz. Bir yerden bir yere tek başımıza gitmek bile bize işkence gibi geliyor. Yalnızlıktan kaçıyoruz, korkuyoruz. Oysa gerçek anlamda yalnız geldiğimiz bir hayatı yaşıyoruz. En sonunda her şekilde sadece bize kendimizin kalacağını içten içe biliyoruz. Öyleyse neden bize kalacak tek şeyi hiç düşünmüyoruz? Bu kadar mı önemli o insanlar aslında ve bu kadar mı önemsiz, değersiziz biz? En çok düşünmemiz gereken şeyi neden en sona koyuyoruz öncelik sıramızda? Hatta bazen neden hiç adımız bile geçmiyor o listede?

Çoğu kişisel gelişim kitabının da dediği gibi kendinizle zaman geçirin diyecek değilim. Sadece, düşünmemiz lazım aslında. Kendimize birkaç saat ayırmamıza bile gerek yok bunun için. Tek bir an bile tüm günümüze yetebilecek kadar düşünmemiz lazım. O vapura yetişebilir miyim, o derse geç kalır mıyım ya da sabah bu saatte uyanır mıyım diyoruz. Bunları düşünebiliyorken, hayatımızdaki şeyler hakkında en az bir kere düşünmüşken yıllardır var olan kendimizi neden hiç düşünmüyoruz? Üstelik bunun için vakte bile ihtiyacımız yok. Bir anımızı kendimizi düşünmeye harcasak bize katacağı bir ton şey olduğuna eminim. Bir karar verirken, hayatımızda bir şeyi değiştirirken tek bir an kendimizi düşünmemiz lazım. Yapmazsak en sonunda elimizde kendimiz de kalmayacağız çünkü.


25 Temmuz 2017 Salı

25.07.2017


Under the sun forever just the two of us
It is alright since we are connected always


Özlemek... Ya yaş geçtikçe değişen bir şey ya da aradan geçen zamana bağlı. Benimki neye bağlandı hala bilmiyorum ama içimdeki sızısına da engel olamıyorum.

Koca bir hayat boyunca bir ton özleme şekliyle karşılaşıyoruz. Hiçbiri birbirine benzemediğinden belli başlı sıfatlar da konulmuyor. Birbirinden farklı bir insan topluluğundaki her insan, başka her şeyi ayrı şekillerde özlüyor. Sonsuz kombinasyon demek bu.

Kimsenin acısının küçümsenmemesi gerektiğine inandığım kadar inanıyorum hiçbir özlemi küçümsememek gerekliliğine. Her özlem kendi gözünde büyük çünkü. Özleyen ya da özlenen için büyük olmasına gerek yok üstelik; kendisi olduğu için, farklı olduğu için büyük.

Öte yandan, özlemeyen biri olabileceğine inanmıyorum. Her insan bir şekilde birini, bir şeyi özlüyor. Bunun başka bir yolu yok. Mutlaka özlüyoruz. Acı çekmek, hatta yaşamak kadar doğal bir his bu. Özlemek bir şekilde farklı şeyler yaşatabilir insana. Birini özlemekten nefret edebilir, kendinize özlediğiniz için lanetler okuyabilirsiniz. Galiba özlemenin zirvesi aynı zamanda en güzel noktası. Birini o kadar özlemek ki, onu özlemeyi bile sevmek. Birini mutlaka özlemeyi bile sevecek kadar sevin. Benden söylemesi.

24 Temmuz 2017 Pazartesi

24.07.2017


The nameless bird that sings
In the park at dawn
Where are you
Oh you


Uzun süredir içimi dökmediğimi biliyorum. İçimin bomboş olmasından değil bu. Aksine boğazımı geçiyor doluluk oranım. Sadece...

Galiba umutsuz kalamıyorum. Bir şeylerin kötü gideceğine inandıramıyorum kendimi. Bu muazzam bir his. Sonunda saf umuttan oluşan bir yanım var. Bu yanımın öyle uyuyan, uyandırılmayı bekleyen bir yan olduğunu sanmıyorum. Bu, içimin boş yanlarından biriyken içine saf umut üflenmiş gibi. Asla patlamayacak bir balonun içine hava üfler gibi umut üflendi içime.

Söylemekten hiç bıkmayacağım bir kelime kazandım: Hoşgeldin. Hayatımda var olan, sıfırdan kurduğum ve kuracağıma inandığım her şeye hoşgeldin. Bir geliş, ancak bu kadar hoş gelebilirdi. Hoşgeldin, binlerce kez, sonsuz kez.



20 Mayıs 2017 Cumartesi

20.05.2017


Tesadüfen çekilen resimler, hep daha güzel.

Beni sevmesen de görmesen de hayat sürerdi yine
Ama kendimi sevmezdim şimdiki kadar

Hayatı yaşayışımız, bakış açımız ve bildiğimizi sandığımız pek çok şeyin yanlış olduğunu düşünüyorum son zamanlarda. Yanlış anlıyoruz hayatı, bu yüzden de hep kötü bir hayatın içinde bulunmaktan şikayet ediyoruz. "Bundan daha iyi bir hayata sahip olabilir miydim acaba?" sorusunu en az bir kere soruyoruz ve en az bir kere "Yok ya, daha ne kadar iyi olabilir ben seçtim bu hayatı sonuçta." diyebiliyoruz. Aslında, daha iyisi var.

Gerçekten daha iyisi var. Bu yaşadığımız hayattan daha iyisi de var daha kötüsü de. Biz sadece daha kötüsünün farkındaymış gibi davranıyoruz. Daha iyi bir hayatın varlığından haberdar olmanın bizden bir şeyler götüreceğini, sahip olduğumuz hayattan şikayet etmeye başlayacağımızı sanıyoruz. Oysa önemli olan daha iyisine sahip olmak değil, her zaman daha iyisi vardır. Bizim için daha iyi olan hayat hiç mutlu etmeyebilir. Önemli olan iyisini seçmektense içinde iyi hissettiğimiz hayatı seçmek.

Şu an yaşadığım her şeyin daha iyisine sahip olabilirdim. Bambaşka koşullarda, bambaşka yerlerde olabilirdim. Hayatımdaki insanlar, hayata bakış açım, yediğim yemekler, gördüğüm manzara, yürüdüğüm yollar, hissettiklerim bambaşka olabilirdi. İçinde bulunduğum hayata girmeden önce de girdikten sonra da birçok seçim hakkım vardı, bambaşka bir yolu seçebilirdim. Yürüdüğüm bambaşka bir yol olsaydı belki ondan da mutlu olabilirdim çünkü bu hayatı yaşamıyor olurdum. Eminim, ki hiçbir şeyden emin olamayan biri olmama rağmen, bu hayatta yaşadıklarımdan daha iyi hissedemeyecektim. Öyle sanacaktım biliyorum ama sırf bunu yaşamadığımdan.

Beni mutlu eden şeyleri düşündükçe "Ne saçma, ne basit şeylerden mutlu oluyormuşum ben." demiyorum. Çünkü benim için hiç saçma olmadı. Hiç de olmayacak. Hayatı başkalarının bakış açısına göre yaşamamayı, kendi değerlerine başkalarının gözünden değer biçmemeyi öğreneli oldu biraz. O zaman öyle mutlu oluyordum, öyle davranmayı seviyordum, hayatımda var olan insanları seviyordum. Şimdiki hayatımdan nasıl mutluysam o zaman da mutluydum işte. Mutlu olmadığım yerde duramıyorum ben, bir şekilde eninde sonunda kaçıyorum çaktırmadan.

Bambaşka bir yolu seçebilecekken bu hayatı seçmemden hiç pişman değilim. Zaten kendi yaptığınız bir şeyden de pişman olmamalısınız. Sebebini siz bilmeseniz içinizde bir yer kesin biliyor. Önemli olan sebebi duymak değil, onu seçmiş olmak. Her zaman hayatınızdan daha iyi bir hayata sahip olabilirdiniz veya daha kötüsüne. Olan halinden memnunsanız, iyi ve kötünün varlığından haberdar olmak hiçbir şey kaybettirmiyor.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

30.04.2017



Küçüklüğümüzden beri aralıksız yaptığımız şeylerden biri galiba hayal kurmak. Bir oyuncağın hayalini kuruyoruz önce, ardından okulun bitmesinin, bir işin, kuracağımız bir yuvanın, çocuklarımızın geleceğinin bile hayalini kuruyoruz. Hayal kurdukça küçüklüğümüzü yaşatıyoruz. Hayallerimiz boyumuzdan ne kadar büyükse o kadar büyük oluyor kalbimiz.

Hayal kurmak, onları gerçekleştirmekten çok daha güzel olabiliyor bazen. Burada genelleme yapmıyorum, ki zaten genelleme yapabilen biri olmadım hiç. Bazı hayaller gerçekleştirilmektense kurulduğu gibi kalmalı işte benim için. Gerçekleşecek olursa, asıl istediğimizin o hayali kurmak olduğunu anlıyoruz.

Şimdilerde böyleyim ben de. Hiç o toz pembe hayallerden kurmadım ama yine de kendimce bir güzelliği vardı hayallerimin. Hayatımda hiçbir şey hayallerim doğrultusunda gitmese bile bundan o kadar memnunum ki. Hatta o kurduğum tüm hayallerin gerçekleştirilmek için olmadığını fark ediyor olmak muazzam bir şey. Hayallerimden çok farklı bir yönde ilerleyen bir yolun üzerindeyim ve o yolun beni hayallerimin ötesinde bir yere götürdüğünden emin olduğumu söyleyebilirim. İlerlediğim sabit bir patika yok, yolda çok fazla engel çıkıyor karşıma. Ama hayallerim doğrultusunda giden bir hayata değişmeyeceğim şeyler yaşıyorum ve her seferinde şükrediyorum.

Bir de, kaydetmek için bir fotoğraf makinesi ya da kamera kullanmamın yasaklandığı, zaten o aletleri odaklamakta da deli başarısız olduğum bir hayattayım. Neyse ki benim görüşüm net, odağım tam. Her şeyi anlatmak için biriktiriyorum. Aklımda.

26 Nisan 2017 Çarşamba

26.04.2017


Yaşamaksızın dünya halini
Nedir bu yıldızlara merakın
                           Bunca Yıl-Can Kazaz


Sevilmemenin sınırı olmuyor da, sevilmenin oluyor galiba. "Bir yerden sonrası sana fazla." denilmiş gibi hissediyorum şimdilerde. "Yeter bu kadar, sevildin bitti işte." diye yüzüme yüzüme haykırıyorlar sanki.

Üzerimden çekip gitmeyen bir hassaslık döneminde miyim bilmiyorum. Sadece ya şu dönem geçsin ya da alışayım. Oysa çok alışkındım böyle şeylere. Canım yanmıyordu artık. Yansa da alışmıştım işte. Sürekli sıcak yerde yaşayan birine etki etmez ya artık o sıcak, öyleydim. Yansam bile bir şekilde kapatabiliyordum yanık izlerimi. Tüm kalkanlarımla birlikte kapatma hilelerim de yok oldu. Artık belli etmeden duramıyorum kırgınlığımı. Eskiden başkalarının bana söylediğini sadece ben söyler oldum kendime. "Sen de her şeye  alınıyorsun."

Her şeye de alınmıyorum ama bazı şeylerin can yaktığı aşikar. Galiba hep buna alıştırıldığımdan, alışmak istemiyorum artık.

15 Nisan 2017 Cumartesi

15.04.2017

Öyle böyle değil, deli seviyorum.























O şarkının sözlerini buraya yazmak gelmedi içimden. Çünkü sen sevmiyorsun. Yine de bu yazıyı sadece o şarkı anlatıyor. Bir de galiba hiç paylaşmaya değer bulmadım. Yoksa biliyorsun, yine de yazardım. Şunu demeden geçmeyeyim ama; birileri beklerken başkaları kazanıyor, bir ayran gönül yüzünden. Öyle işte.


Birinin sizden uzaklaştığını hissedebilirsiniz bazen. Araya bir mesafenin girdiğini, bir şeylerin artık konuşulmadığını, sorularınıza bir cevap alamadığınızı. Ya sizin hayata karşı hassas olduğunuz günlerdesinizdir ya da gerçekten uzaklaştırabilmişsinizdir kendinizden o kişiyi. Hangisi olduğunu bulmak her zaman kolay olmaz.

Biri sizden uzaklaştıysa yani sırf öyle hissetmiyorsanız, gerçekten de olduysa bu, yapabilecek pek bir şey kalmıyor. Kabullenmek hayatta mecbur kalmamıza rağmen şiddetle reddettiğimiz şeylerin başında geliyor. Kabullenemiyoruz, çoğunlukla kötü şeyleri.

Bende ise hep tam tersi olmuştu bunun. Kötü şeyleri hemen sindirirdim içime de, iyi olan her şeyde bir kulp arardım kötüye dair. Hep üzüleceğimi düşünerek bir kalkanla yaklaşırdım. Bana kalsa, en kötü şeyler benim başıma gelebilirdi, şaşırmazdım kolay kolay. Ama iyi bir şey olsa, şansım yaver gitse, o vapura yetişsem mesela kesin batacağını kazırdım aklıma. "Vapur batarsa kesin ölürüm, hatta muhtemelen bana kadar tüm can yelekleri falan biter." derdim. Çünkü olmazdı yani, gelmezdi başıma güzel şeyler.

Güzel şeyler yaşamayı benim de hak ettiğimi kabullenmeye başladığım şu günlerde, yaşayabileceğim tüm kötü senaryolardan uzaklaşmaya çalıştıkça kovalanıyorum sanki. Ne zaman umudum artacak olsa bir şey beni geriye itiyor, düşürmeye çalışıyor. Arkadaşları ondan hep kaçmış, oyuna alınmadığı için onların oyunlarını uzaktan izleyen küçük bir çocuk gibiyim şimdilerde. Sadece benden kaçılmıyormuş da uzaklaşılmış gibi hissediyorum. Eskiden olsa çok kolay kabullenebileceğim bu durum, son günlerde indirdiğim kalkanım yüzünden göğsüme vurup duruyor.

Hassas zamanlarımda olmakla gerçekten benden uzaklaşılması arasında bir ayrım yapamıyorum. Öncesinde güldüğüm, dalga geçtiğim şeylerin beni fena yaralaması hassas zamanlar geçirdiğimi doğrulayabilir. Ama ya ikisi de olduysa? Ya gerçekten benden uzaklaşıldıysa ve ben hassas zamanlar yaşadığım için bunu daha çabuk fark ettiysem? Ya da hassas günler geçirdiğim için çekilmez birine dönüştüysem ve benle baş edilemiyorsa, can sıkıyorsam? Uğraşmak yerine uzaklaşmayı seçmez mi insan?

Empati kurmaktansa yapmayı daha çok sevdiğim bir şeyle bakıyorum etrafa. Üçüncü bir gözden görür gibi, kimsenin yerinde olmuyorum. Kendimi sonsuz haklı bulmuyorum ama abarttığımda ne kadar yıprandığımı, telafi etmek için deli gibi çabaladığımı görebiliyorum. Oysa orda bir şeyler var. Bizzat yaşayarak da üçüncü gözden kendimi görerek de canımı acıtan bir şeyler. Ne olduğunu bilmiyorum. Umarım çok sürmez ve umarım gerçekten sadece hassas zamanlar yaşıyorumdur.


25 Mart 2017 Cumartesi

25.03.2017



Mutfakta bulaşık birikmiş
Türk kahvesi şekerliymiş
                                  ...-A.S.A.B

Şöyle ki, normalde nasıl hissettiğini anlatmakta aşırı çekingen olabilir insan. Anlatır da hiç derine inmez. Öylece içinde kalsın ister, kimse bilmesin, duymasın. Çünkü bir insan içini açtıkça kendini koruyan duvarları da yıkar birer birer.

Herkes hayatının bir noktasında hiç kimseyi bu kadar sevmediğini söyleyebilir. Bazen gerçekten de sevmemiştir o zamana dek, bazense sevgiyi başkalarının kalıplarına göre değerlendirdiğinden böyle hisseder insan. Eğer bir şeyleri etrafa göre değerlendirdiğinize dair küçücük bir işaret dahi görürseniz durmayın orada. Çünkü belli ki başkalarına göre hissediyor, onlara göre yaşıyorsunuz size ait olan hayatı. Elinizde olan tek şey hayatınız, birçok şeyin gideceğine emin olabilirsiniz. Etrafınız ne kadar kalabalık olursa olsun kapınızı kapattığınızda tek başınıza kalıyorsunuz.

Bunu fark edeli çok zaman olmadı. O yüzden hala şaşkınım, hala korkuyorum. Benim gözümde sevginin nirvana noktası galiba çok sevmekten gözlerine bakarken ağlamak. Karşındakini üzmemek için tutuyorsun kendini, içine dolan tüm o yaşları, hıçkırıkları biriktiriyorsun. Bir noktada, üstelik fazlasıyla sıradan bir noktada, tam da komik bir şey anlatırken patlıyorsun işte. Gülmen gerekirdi. O anda gülme mimiklerin çalışmalıydı. Sense hem gülüp hem ağlıyorsun. Bu hem mutluluğun hem hüznün nirvanası.

Öylece dururken "Ya ben çok seviyorum." diyorsun içinden ve öyle bir ağlama isteği doğuyor ki. Sebebini tam anlamıyla bildiğim nadir şeylerden bu. Ağlıyorsun çünkü çok seviyorsun. Çünkü kimseyi bu kadar sevmedin. Çünkü kayboldu, öncekilerde heba olup gitti diye düşündüğün bir sevgi hiç var olmamış, onu içindeki bir sandıkta saklı tutuyormuşsun. Gerçek sevgiyi bu ana saklamışsın ve o kadar gösterme isteği varmış ki içinde. Anlatamıyormuşsun yine de, bir türlü ne kadar çok olduğunu belli edemiyormuşsun çünkü yetmiyormuş. Anlatamıyorsun ama anlaşıldığını görüyorsun. Bu durumun, sevginin karşılıklı olduğunu bilmekten çok daha güzel, çok daha özel olduğunu fark ediyorsun. Karşılıklı sevgiden daha nadir bir şey çünkü bu. Milyonda bir belki de.

Hislerini dökerek yazan biri, yazarken tüm kelimeleri hisseder içinde, yüz ifadesini sabit tutamaz, sürekli hissettiği yansır dışarıya. Bu yüzden çok öyle toplum içinde yazası gelmez, yazarken ya çok kapanır masaya ya etrafını kontrol edip durur. Bazen de bir yazıyı bitirmesi gerektiğini hissettiği zaman bitirmezse, canını yakar o yazı. İçine batar ne yazdığını umursamadan. Ben de şimdi öyle hissediyorum. Yazdıklarımın ağırlığı altında ezilmekten ilk defa korkmuyorum. Çünkü ezilmeyeceğime eminim.

-Çok nadiren bir şeylerden emin olan biri, Şevval.

16 Mart 2017 Perşembe

16.03.2017

Uzun zamandan beri uyuyan kalbimi uyandırdın
Şimdi yeni bir aranje defteri lazım iki ortalı
                                        Artık Gitme-Açık Seçik Aşk Bandosu


Sevilmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeden öleceğimi sanırdım. Herkes bir şekilde sevilebilmişken, üstelik ne kadar sevilirse sevilsin doymayanlar varken, açlığa sonsuza dek mahkum olduğumu. Bunun benim hayattaki sınavım olduğunu düşündüm hep.

Bazen hayatın belli bir noktasını çözdüğünüzü sanırsınız. "Tamam ya, anladım ben sırada ne olduğunu." dersiniz. Ama hayatın sizin için çok başka planları olur hep. Aslında hiçbir şey anlamadığınızı fark edersiniz. Hayat karşınıza sıfırdan bir yol çıkardığında gidesiniz gelmez. Bildiğiniz yollar en güvenlisidir çünkü ve daha ne kadar yara alabileceğinizden emin değilsinizdir. Kaç canınız kaldığına dair en ufak bir fikriniz yoktur. Hayatı bir oyun gibi görmek de akıl işi değildir zaten.

Hayatımızın hiç geri al tuşu olmadı. Eğer sıfırdan başlama imkanımız olsaydı eminim hunharca sömürürdük. Bazılarımız geçmişinden kaçıp sıfırdan başlasalar bile bir noktada aynı evreye geri dönüyorlar. Geçmişimizi kabullenmiyoruz, kaçmayı seçtiğimiz her saniye o ezbere bildiğimiz yola biraz daha yaklaşıyoruz.

Ben şimdilerde hiç bilmediğim bir patikada atıyorum adımlarımı. Hiç kimsenin ayak basmadığını bildiğiniz bir yerde yürürken ister istemez irkilirsiniz, hep tetiktedir bir yanınız. Korkuyorum, hayatım boyunca hiç korkmadığım kadar hem de. Elimde bir haritanın olmayışı çok da önemli değil, harita okumayı beceremiyorum zaten. Yön duygumun sıfır olması hissetmemi engellemiyor. Tamamen duyularımla hareket ediyorum ilerlerken. Arada düşüyorum, iki yol arasında yanlış olanı seçiyorum. Yine de göremediğim duvarların içinde olduğumu biliyorum. Bu yoldan çıkmam pek de mümkün değil yani. Zaten çıkışı da aramıyorum. Zira içinde bulunduğum yer tam da hayattaki sınavımın merkezi. Sıfır yön duygum ve üç saniyelik yer hafızamla artık içinde yaşayacağım yer. Gitmeye niyetim yok. Bazen kovulsanız da yüzsüzlük yapıp kalmanız gerekir. Nirvanaya erişen mantıksızlığıma rağmen hayatımın en mantıklı yüzsüzlüğünü yapıyorum. Burdayım ve hiçbir yere kıpırdamayacağım.

20 Şubat 2017 Pazartesi

09.02.2017







"Ben artık hiçbir şey hissetmiyorum. Kimseye hiçbir şey hissedemiyorum ben."
                                                                               Mecnun Çınar-Leyla ile Mecnun

Ne zaman yazmışım? Ne yakmış canımı? İnsanın canını acıtan şeyleri unutmadığı doğru. Yine de unuttuğumuz hiçbir acı yok mudur? Bir insan tüm acılarını hatırlayarak nasıl yaşar? Unutuyoruz. Unutmasak gülemezdik.

Gerçi buraya kendimle çelişmeye gelmedim. Acının bir noktadan sonra güldürdüğü aşamalardan geçtim, bunu kabul etmeliyim sanırım. Acıyı kabullenmiyoruz. Bu kadar acıtmasının sebebi bu. Acımız ilgi isteyen küçük bir çocuk gibi ve dikkat çekmek için her seferinde daha sert vuruyor. Biz de acımızın arttığını, günden güne katlanılmaz bir hal aldığını sanıyoruz. Oysa acı aynı acı. Biz abartıyoruz.

Birinin tırnağının kırılması kendine göre büyük bir acı olabilir. Çok ilgilendiği, özenle oje sürdüğü, hepsi aynı boyda olsun diye didindiği tırnaklarından biri kırılmış kişi o tırnağı düzeltip hayatına devam etmezse, sürekli o tırnağa bakıp suratını asmaktan başka bir eylemde bulunmazsa gün geçtikçe daha çok içerleyecektir o kırık tırnağa.

Uzun süredir acılarla ilgili yazmadığımı fark ettim de, sanırım uzun süredir hiçbir şey yazmıyordum. İçinde kocaman umutlar barındıran kelimeler yazmak bana göre değil. Herkesin kendi umudunu yaratması gerektiğine inanıyorum. Bu öyle delicesine zor olmamalı. Dev umutlarla başlamak zorunda da değil insan. Vapura yetişmeyi umut edebilirsiniz, çantanızda bir sakız bulmayı ya da. Umut etmek zor değil. Aslında hiçbir şey zor değil. Biz zorlaştırıyoruz.


5 Şubat 2017 Pazar

19.01.2017


Aşk geldi kapımı çaldı, aklımı başımdan aldı
Yani şimdi dünyanın bütün derdi bana mı kaldı
                                               Bana Kalsın-Ezginin Günlüğü


Kalbim incinirken elimden gelebilecek hiçbir şeyin olmaması en büyük zayıflık falan sanırım. İnsan birini sevdiğinde etrafa çok güçlü oluyor da kendine zayıflaşıyor. Kendini tamir edemeyecek hale geliyor. Sevmenin en kötü yanı.

Hayatı boyunca neye kırıldıysa anında kendi kendine tamir etmiş biriyken, kaç kırık parçam olduğunu unuttum şimdilerde. Bir köşeye fırlattığım parçalar geri sekip bir yerlerden yaralıyor beni.

Sevilince her şeyin mükemmelleşeceğini düşünmek en büyük yanılgılarımdan biriymiş. Şikayet ettiğimden değil, aksine bana benden çok inanan, destek olan birinin varlığı dünyanın en güzel hissi. Galiba gerçekten bencilmişim. Birini kendimden çok düşünme dürtüsüne alışkın değilim. Bunu engelleyemiyorum yine de, kontrol edememek en büyük korkum oldu hep.

Birini sevince diye başlayan çok cümle kurdum. Muhtemelen hepsi de kendi içinde ağırdı, genele hitap ediyordu üstelik. Bu ise hepsinden ağır ve tamamen benimle ilgili olacak gibi görünüyor.

"Birini sevince, yazacak tek kelimem kalmıyor."

14 Ocak 2017 Cumartesi

14.01.2016


Ben olsam almam beni
Adamdan saymam beni
                         Saçlar-Kalben


Hayatınızda üst üste ne kadar güzel şey olmazsa, güzel bir şeyler olacağına inancınız o kadar azalıyor. Üstelik olsa da inanamıyorsunuz gerçekliğine. Bir yerlerden bir şekilde bozulacakmış, gördüğünüz güzel bir rüya çıkacakmış gibi paranoyaklaşıyorsunuz. Güzel şeyler benim başıma çok gelmez, ordan biliyorum.

Nazara deli inanan biri olmak, o nazarı sanki daha da çok çekiyor üzerinize. Yine de kusursuz mutluluğun var olamayacağı gerçeği, içinde bulunduğunuz güzel her şeyin kurduğunuz bir senaryoyla kalmadığı umuduna yaklaştırıyor. Olay pürüzsüzlük değil, pürüzlerle yaşamayı başarmış olmak.

Kaybetmekten deli gibi korktuğum anlar yaşıyorum. Ezberliyorum hayatımı usulca. Zira zamanın bizden neyi alıp götüreceğini asla bilemiyoruz. En küçük detayları ezberlemek istiyorum. Tek bir anı dahi unutmak istemiyorum. Gözlerimi kapatsam da görmek istiyorum, arkam dönük olsa da varlığını hissedebilmek. Bu, mutluluğun nirvanası.

Hakkında yazacak kelime bulamadığınız şeyler de olabiliyormuş meğer. Her şeyin yazılabileceğine inanan biriyken, tek kelime edemeyecek halde hissetmeyi kimseye anlatamıyorum. Tek kelime etmek de istemiyorum zaten.